24 Şubat 2007

Fair Enough

Ben ve sayısız mülakatlarım.

Artık iş görüşmelerine girmeyi hobi haline getirdim, çok yakında yaşam tarzım olucağından da korkmuyor değilim. Aslında korkmuyorum niye söylediysem bu lafı.

İnsanlar arıyorlar, bazen ben arıyorum, görüşmek ister misiniz diyorlar, hay hay diyorum, lafımı olur, bu ölümlü dünyada iki çift laf etmeden gitmek olur mu? sonra Barış Manço ne der buna, şarkı yapmaz mı bunun üzerine? "Bravo" diyor tabi telefondaki, o zaman bu saatte buluşalım.

Niye buluşuyoruz anlamadım, siz ofisde değil misiniz? Ben ofisinize falan gelsem, daha profesyonel olmaz mı diyorum hemen ardından. Hemen kıvırıyor tabi telefondaki, artık nasıl kötü niyeti varmış ise öncesinden. O zaman ofisimizde ağırlayalım sizi diyorlar. Üç gün iki gece, full konaklama, açık büfe yemek, all inclusive, sadece gecesi 200 euro (sadece gecemi 200 euro, yoksa gecesi 200 euro mu?). Avans olarak yazın diyorum haneme, işe girer isem maaştan kesersiniz.

Giyiyorum en şık takımımı (evt ulan bir tane takım elbisem var, vurmayın yüzüme), gidiyorum 15 dakika öncesinden belirtilen adrese. Erken gidiyorum çünkü öncesinden etrafı kolaçan ediyorum (kolaçan? nasıl saçma bir kelimeymiş bu da şimdi farkediyorum), çatılara yerleşmiş keskin nişancılar nerelerde, kaç tane hepsini not alıyorum, en kısa kaçış yolunu buluyorum kafamdan, görüşme kötü geçerse diye.

Sonra giriyorum görüşmeye, merhaba benim bir randevum vardı. "Randevu evi miyiz biz?" diyor sekreter her seferinde, diyorum hayır iş görüşmesi. Sonra görüşme başlıyor, önce soruyorlar "bir şey içer misiniz?" diye. Tabi diyorum, bir bardak sade kahve, yanına bir bardak Baileys eğer var ise. Yok ise Bacardi Cola. Mümkün mertebe öğle saatlerine alıyorum görüşmeleri ki, belki biri çıkarda "öğlen yemeğinide bizim ofiste yer misiniz?" şeklinde sorar diye (kimse sormadı daha, Türkiye ekonomisi kötüye gidiyor).

Kahvemi içiyorum, yeni insanlarla tanışıyorum, bir muhabbetler bir muhabbetler. Sonra eve gidip bir sonraki görüşmeyi planlamaya başlıyorum. Ama sanırım bir noktaya kadar kaçabileceğim, eninde sonunda bir firma ben içeri girince kapıyı kilitleyecek arkamdan, dönücem, "ne demek oluyor bu?" şeklinde karizmatik bir soru yönelteceğim, "buraya kadarmış Murat bey" diyecekler, "görüşmeye gerek yok bundan sonra bizde çalışıyor olacaksınız". Has... diyeceğim ben de karizmatik ses tonumu kaybedip. Oturtacaklar bir sandalyeye bir kübik ortasında duran bir masanın başında. "Buyrun bunlar ilk teknik dökümanlar, bunlar bug raporları, müşteri listesi, kolay gelsin..."

İki damla gözyaşı akacak gözlerimden aşağıya (başka nerden akacak zaten, nasıl saçma betimleme). Sonra cuma gelsin Taksim'e çıkayım diye bekleyeceğim, ay sonu gelsin de maaşlar yatsın.

Diyorum ama şimdi bu yazının bu noktaya kadar, başlık ile hiç bir alakası olmadı be okur. Çok mutsuzum be okur, bana sevgili bul allahsız okur.

En son yurtdışındaki bir firma ile bir telefon görüşmesi yaptım. Sordukları teknik soruları cevaplarken, işte kullanmama rağmen hatırlamadığım bir soru denk geldi. Bir süre telefonda böleydi şöyleydi derken, beynimde o konunun olması gereken yerde kocaman bir beyaz ışık kütlesi (boşluk demek oluyor bu) olduğunu farkedince, ben de tutamadım kendimi. "Açıkçası ben bunu şu işleri yaparken koda gömdüm, kullandım, ama ne amaçla kullandım şu anda en ufak fikrim yok" dedim. Karşımdaki adam hafiften bir güldü, sonrada "fair enough" dedi. Çok güldüm bende sonra bu söz üzerine. Nasıl kıvrak bir söz, hem olmadı ama olsun gibi, hem gider ya gibi bir söz. (görüşme muhteşem geçti o ayrı, bir "fair enough"'a pabuç bırakır mıyım ben be, peh...)

Bundan sonra hadi hadi yerine fair enough diyeceğim karşımdakilere, gider gider, şimdilik kabul ettim say, öbdüm gıdıdanda hatta, dermiş gibi.

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=fair+enough

16 Şubat 2007

Naruto Shippuuden

Narutooooooooooooooooooooooooooooooooooooooo...

Naruto part 2'nun ilk bölümü dün televizyonda gösterildi (herhalde kanal d, atv'de falan gösterilmedi, capon televizyonlarında gösterildi). Serinin yeni adı Naruto Shippuuden. İlk iki bölümü aynı anda gösterdiler, daha izleyemedim ama manga'da son bölüme kadar okumuş biri olarak inanılmaz eğlenceli olacağını umuyorum. Gelsin naruto bölümleri, dublex hamur dominos pizzalar, efes darklar. Hemen burdan bir iki eğlencelik verelim. Önce yeni serinin ilk açılış klibi:



Hemen ardından da yazın gelecek olan yeni Naruto filminin fragmanı:

geçmiş zaman olur ki v.0.02

Evet sayın okur, geçmiş zaman olurki'nin bu bölümünde, 2001 yılına dönüyoruz. Üniversite 2 zamanları amaçsız bir anımda yazılan bir yazı.

Alkole Övgü

Her şey çocukluğumda başladı. Aynen başka birçok şeyin başladığı gibi. Aile dostlarıyla gidilen bir lokantada masumane bir akşam yemeğindeydik. Yanlış hatırlamıyorsam ki yanlış hatırlıyorum, 11 yaşındaydım. Her zamanki gibi içi yanan minik ben, önünde duran sürahinin boyutunun neden öyle ufak olduğunu sorgulamadan, ve içindekilerden habersizce bardağımı ağzına kadar doldurmuştum. Sonra içeceğim suyun ferahlığının hayaliyle ağzıma koccaman bir yudum alıp yuttum. Kolonyadan sonra, alkolle ikinci tanışmam böyle oldu. Mideme inen rakının acılığı, bana bakıp gülen yüzlerin arasında yerini önce kızarıklığa sonrada mayhoşluğa bıraktı. 2 dakika sonra ise saf saf gülmeye başlamıştım bile.

Sonraki yıllar sessizce geçti o saf gülüşün önderliğinde, lise yıllarına geldik ve abim bana, söylediği o özlü sözlerden en çok aklımda kalanını söyledi. "Murat, İstanbul Erkek'te liseye gelip çiçeğe içmeye gitmeyene adam denmez". Abimi kıramazdım . O yüzden orta 3 çiçek seferleri başladı. Önce bira patatesler, sonra artan bira sayıları, sonra şarap sefaları, sonrasında rakı sofraları derken, abime layık bir kardeş olmada önemli adımlar atmıştım. Artık her cuma, vakit buldukçada cumartesileri alkol günüydü.

İhtiyaç duyulduğundan değil, ama paylaşma isteğinden, nereye kadar içebilirim merakından, bunları karıştırınca ne olur suallerine cevap aramaktan.
Sonra üniversite geldi. Yurt odamıza ilk aldığımız bir kasa "in efes we trust" oldu. Yeni insanlarla tanışıldı universitede, en iyi zaman geçirme aracı olarak gene alkol kullanıldı. Artık insanlar birbirlerini, aldıkları alkole göre yargılamaya başlamışlardı. Biranın artık meyve suyu yerine geçtiği dönemlere gelinildi. Boşalan kutularla yerlere isimler, sonrasında cümleler yazılmaya başlandı. Bir dönem geldi, şeytana uyuldu, yarım yıl alkol alınmadı, sonra ise tünelin sonundaki ışık göründü tekrar tüm parlaklığıyla, bir arjantin bardağı şeklinde. Fişne şaraplarından başlayıp, efes dark'ın koyuluğunda hayatın anlamı, vodka da kolonyadan farklı yanları arandı. Komünlerin buluşmasını sağlayan, bu kadar çok kişinin muhabbet etmesine, saatleri yemesine, hayatlarına renk katmasına yardımcı olan bir şey nasıl kötü olarak nitelendirilebilirdiki? Ben de nitelendirmedim o yüzden.

-Bodur, abi bir şeyler yapalım?
-İçelim?
-E, onu kastetmiştim bende.

Her şey bir parça daha eğlence için değil mi? Bazı şeyleri unutmak, bazen kontrolünü kaybetmek, başın dönünce gülmek ve kafanı çevirip bir arkadaşını görmek saf saf gülen. Belki de yalnızlıktan korkmak, kalabalık içinde.
Obsesifmiyim? Sanırım evet. Ama kesinlikle alkolik değilim.
Evet, ben alkolik değilim.
Ben...
değilim...

13 Şubat 2007

Cuma Yorgunluğu

Cuma günü Hakan ve Özge ile Bronx dönüşü ki oraya neden gittiğimi bile bilmiyorum, istiklal caddesi'nden yukarıya doğru yürüyorduk. Bünyelerde yorgunluk yer eylemiş, mızmızlanmaya doğru sürüklüyordu bizi adeta (adettendir ve hatta). Sonra ben saatin 2~3 olduğunua bakar iken, yorgunluğun da vermiş olduğu huysuzlukla, ne olduğunu bilmediğim şeylere söylenmeye başlamak üzere iken, bir anda durdum, yüzümde bir ışık belirdi (sanırım yanından geçtiğimiz barlardan birisinin ışığıydı ama çok anlamlıydı), aydınlanma yaşadım, ve bağırdım: "oley be yarın cumartesi, iş yok, erken kalkmak yok..."

Okur, ben 8 aydır çalışmıyorum, ve 8 aydır bana iş zaten yok. Bu sözler ağzımdan çıktıktan sonra 5 saniye kadar bir duraklama evresine girdim. Beynim meşgul tonu verirken yavaş yavaş, yavaş yavaş dediğim lafın saçmalığı yüzüme vurmaya başladı. "ne işi lan, zaten iş yokki bana, eee niye sevindim ki, yaşlanıyoruz ya...".

Olsun gene de sonraki gün cumartesi idi, iş ve erken kalkmak yoktu, hiç bir sevinç boşa harcanmamalıdır okur, ben de gülümseyerek yoluma devam ettim.

08 Şubat 2007

Sasuke vs. Naruto

Biraz önce Naruto'nun son mangasını okudum, hem de ingilizce çevirisini bekleyemeden. Bir titreme sardı, önce evde kauçuk toplar gibi ordan oraya zıpladım, sonra dedim hastasın dur noluyo git otur yerine. Oturdum, ama duramadım, sonra mangadaki iki sayfalık resmi aldım buraya fıştırtınıvermek istedim bir anda. Bu bir an yaklaşık olarak 5 dakika falan sürdü tabi ama oldu. Narutosever kişilerin resmin üzerine tıklamasını tavsiye ediyorum pek tabi.


Bu bahaneyle haftaya Naruto'nun orijinal hikayeye dönüşünü de kutlamış olalım. Bir de Sasuke neden Naruto'dan daha karizmatik düzenli olarak, açalım artık çocuğun önünü ya.

07 Şubat 2007

Tütsü, nostalji kokusu

Grip olmuş bir şekilde, sabah 8 de uyanmış olmanın verdiği ızdırapla biricik notbukumun önünde otururken birden bire burnuma tütsü kokusu geldi. Böyle renkli renkli olanlarından masanın yanına koyup yakıp, yanışını izlerken koklayıp durduklarınızdan.

En son 96~97 yıllarında, evde bilgisayar başında, irc'de salak saçma geyikler yaparken (bi irc vardı ne oldu ona ya?), kahve çay yanında müzik dinleyip tütsü yakardım, niye bilmiyorum ama hayatımın bir dönemi öyle geçmiş. Hayır o 2-3 aylık dönem sonrasında bir daha da yakmadım.

Şimdi o koku gelince burnuma 15 yaşına döndüm bir anda, o zaman dinlediğim müzikler, o zaman yaptığım muhabbetler, hayatım, vesaire.

Hayır o değil de, evde bir şey mi yanıyor acaba, nerden geldi şimdi bu koku...

05 Şubat 2007

Eureka Seven

Okur gözlerim doldu, yazıcam dememin üzerinden 213 gün geçmesine gerek kalmadan bir anime kritiği yazıyorum (yalan gözlerim falan dolmadı, ama burnum akıyor her ne kadar alakası yok gibi de görünse de, gerçi onu da göremiyosun). Eureka Seven yaklaşık 2 ay önce izleyip bitirdiğim 50 bölümlük bir seri. Özünde baktığınız zaman, biraz Evangelion, biraz RahXephon kopyası gibi duruyor. Ama ön yargı ile yaklaşmadan izlemek lazım, zira bu bahsettiğim serilerin üzerine düzgün mecha serisi yapmak hayli zor. Hikaye gelecekte geçiyor, gene değişime uğramış bir dünya var, gene insanların yabancı varlıklara karşı savaşmak için kullanmaya başladıkları mechalar var ve hikaye bu çatışma üzerine kurulu gibi gibi gelişiyor demek istiyorum ama tam olarak öyle değil.

Eureka Seven bir konsept serisi, yani bir tarz üzerine kurulmuş, aynen airgear'da ki roller blade ve uçma duygusu gibi, buradada dünyada atmosferde geçmişte olmuş bir kazadan sonra oluşan ışık parçacıkları üzerinde, insanların modern sörf tahtaları kullanarak uçmaları konu alınıyor. Çevrede bunu spor olarak yapan insanların yanında, mechalarda bu şekilde havada devasa sörf tahtaları üzerinde ilerliyorlar ve hatta savaşıyorlar, ve seri sırasında sık sık, savaş ve çatışmaların ortasında aslında insanların sadece bu özgürlük duygusunu korumak için belli şeylere göğüs gerdikleri tarzı güzel atmasyon mesajlar veriliyor.

Eee peki nesi güzel bunun? Bir kere çizimleri çok çok güzel, uzun bir süreden beri keskin hatlar ile çizilmiş olan animeler içerisinde en beğendiğim diyebilirim, mobil mecha tasarımları çok güzel, karakter tasarımları ve zaman zaman dialoglar çok güzel, hikayenin gelişiminin hiç sıkıcı bir havaya bürünmemesi güzel, iki ana karakter arasında ki aşk ve sevgi hikayesinin böyle allak bullak, cıvık bir hale getirilmeden aktarılması çok güzel (yar edermiyim sana Eureka'yı ey Renton, duy sesimi). İlk iki bölümünü izledikten sonra zaten, sonunu görmek istediğiniz bir anime olduğunu anlıyorsunuz.

Amma ve lakin, hikaye sonlarına doğru bir çok anime'de olduğu gibi bir duygu yoğunluğu altında, bir çok ipin ucu çok hızlıca bağlanmaya çalışılıyor. Öyle ki bitimine iki bölüm kala, kadim anime partneri Batu'ya dönerek, "abi ya, bu adamlar kesin bunun sonunu getiremeyecek bak, elimizde patlıycak" dememin ardından, ve Batu'nun da beni sıfır sallayarak, yüzünü bile çevirmeden "hı, hı" demesini takiben, son iki bölümüde izledikten sonra, "abi, bu kadar mı bitirilemez böyle bir anime ya" benzeri bir cümle kurmama sebep vermiştir kendisi. Batu gerçi gene beni sıfır sallayarak sadece "hı, hı" diyerek cevap vermiştir, ama kendisi bunun hemen ardından uyuduğu için kendisinin çoktan beyin shutdown prosesine girdiğini tahmin ediyorum.

Bu kadar mı bitirilemez dememe rağmen, sonu izlenmemesine sebep vermeyecek bir şekilde bitmiyor tabi ey okur, sadece daha güzel olabilirdi diye düşünmeden edememiştim ben, edemiyorum okur, tutamıyorum kendimi, tam 2 hafta bunu düşündüm her akşam yatakta.

Sonuç olarak, muhteşem zevk aldığım bir anime oldu kendisi, yüksek bir ihtimalle yakın bir gelecekte baştan sonra tekrar izleyecek kadar kendisinden haz aldım, bu yüzden fırsat bulursanız ve vaktiniz varsa mutlaka izleyin. (buraya gelip bu yazıyı okuyan kişilerin zaten fırsat ve vakitleri olduğunu tahmin ediyorum, kardeşim işiniz mi yok, gidin anime izleyin bari!).

Noluyoruz

Okur, farkettimki ben baya bir süredir anime ile ilgili bir şeyler yazmıyorum. Ama şimdi başka başka yazmak istediğim de bir sürü şey var, ama ben onlarıda yazmıyorum. Ben ne yazıyorum o zaman be? Bişi yazmıyorum doğru, bravo okur.

O zaman görev bilincimi güzelce ütülüyorum, üzerime giyiyorum, aynada şöyle bir kendime bakıyorum nasıl durdu diye, sonrasında oturup bir kaç anime yazısı yazıyorum.

Heyecanlanma okur gene Hentai yazısı yok. 4~6 yaşında olan okurları da göz önünde bulundurmam gerekiyor.

Ama bu görev bilinci biraz sıkı ya, çekmiş herhalde yıkayınca.

Üşengeçlik

I wanna eat
I wanna paint
I wanna run and have a drink
I wanna write and I wanna sing
but I am lazy goddamn it


Vay be, yıllar öncesinden pek bir farkım yok bakınca. Ne zaman yazmışım bunu acaba, ama konsept hala aynı.

29 Ocak 2007

Kayboluşun Başlangıcı

Gözlerini açtığında ilk farkettiği boyun ağrısıydı. Eliyle boynunu ovuşturdu ve yavaşça doğruldu yatağından. Bir otel odasında olduğunu farketti. Çok sade bir oda içinde, klimanın sesini duyuyordu sadece.

Yatağından çıktı, hemen önünde duran terlikleri giydi ve karşısında gördüğü pencerelere doğru ilerledi. Neden bu otel odasındaydı, günlerden neydi, hangi şehirdeydi, aklına hiç bir şey gelmiyordu. Yavaş yavaş aklındaki soruların sayısının artmasıyla içinde bir korku büyümeye başladı. Yıllardan neydi, hangi aydaydı, burada ne yapıyordu, son hatırladığı yurtdışına yerleşmek için işinden ayrıldığıydı. Ama sanki yüzyıllar geçmiş gibi geliyordu şimdi düşününce. Bir gün öncesini düşünmeye çalıştığında ise bir ağrı saplanıyordu beynine.

Perdeleri çekti iki yana ve pencereyi açtı. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu, ama ilk hissettiği şey ıslaklık yerine yüzüne çarpan sıcak hava olmuştu. Yoğun bir nem ile birlikte tanıdık duygular belirdi beyninde. Sokaklara, binalara, insanlara bakmaya başladı. Buraya daha önce gelmişti, uzak doğu, sıcak, nem.

Ani bir hareketle arkasını döndü ve odayı incelemeye başladı. Her şey çok düzgündü, ortalıkta yatağın yanında duran bir el çantasından başka hiç bir özel eşya görünmüyordu. Hemen çantaya uzandı, ve ters çevirip, içini yatağın üzerine boşalttı. Kalemler, kağıt parçaları, uçak bileti, pasaportlar. Pasaportlar! Son hatırladığı sadece tek pasaportu olduğuydu, ama elinde Türk pasaportunun yanında, birde Avustralya pasaportu duruyordu. Uçak biletini açtı hemen. 2 Eylül 2010 Perşembe günü Bangkoktan İstanbul'a direk uçuş. Dizlerinin titrediğini hissetti, yatağın yanında duran koltuğa yığıldı.

Burdan çıkması gerekiyordu, evi araması gerekiyordu. Telefonu açtı, ama telefondan çevir sesi gelmiyordu. Ayağa fırladı, yatağın üzerindeki herşeyi çantaya doldurdu. Dolaba doğru yöneldi. İçerde bir bavul ve takım elbise duruyordu. Ne zamandan beri takım elbise giyiyorum diye düşündü. Sonra elektrikler çarptı kafasında. Yavaş ve tedirgin adımlarla masanın üzerinde duran aynaya baktı. Karşısında yeni saç ve sakal traşı olmuş bir yüz duruyordu. Ellerini suratına götürdü ve yeni öğrenen bebekler gibi yabancılaşmış bu suratta gezdirmeye başladı. 4 sene diye mırıldandı. 4 sene, kaybolan 4 sene... ve bu kadar yıpranmışım.

Daha fazla vakit kaybedemezdi bu bilmediği dünyada. Hızla elbiselerini giydi. Bavulun içine bakmaya cesaret bile edememişti, iki çantayıda aldı ve hızla odadan dışarıya fırladı. Kapıdan çıkar çıkmaz, oda temizlikçisi gibi görünen bir adama çarptı. O hızla yoluna devam ederken, dengesini korumaya çalıştı. Arkasından bilmediği bir dilde sözcükler yakaladı, yürümeye devam ederken arkasını döndü bir kez daha bakmak için. Temizlikçi önünde havlu ve çamaşırların durduğu bir arabayı itiyordu. Beyninde bir ses dikkat et diye bağırmaya başladı. Tekrar önüne yürürken aklında temizlikçinin ıslak paçaları ve sarı saçları kaldı.

Asansöre doğru yöneliyorken, aniden yangın merdiveni kapısını tekmeledi, ve merdivenlerden aşağı koşmaya başladı. Neler olduğu hakkında en ufak fikri yoktu, ama artık bunun bir önemide yoktu. Merdivenlerden aşağı koştururken, yangın merdiveni kapısının tekrar açıldığını duydu. En alt kata indiğinde yavaşladı, kapıdan lobiye çıktı. Otelin çıkış kapısına doğru yönelirken, resepsiyonistin kendisine baktığını gördü. Hızla etrafına baktı, lobide oturan insanlar kendisini izliyorlardı sessizce, bir ikisi ellerinde cep telefonu ile konuşuyorlardı. Kapıya doğru yöneldiğinde, yakın masada oturan iri cüsseli birisi yerinden kalkıp kapının önünde durdu. Herşey artık çok saçma gelmeye başlamıştı, arkasını döndü, ve yangın merdiveninin kapısından çıkan temizlikçiyi gördü. "Özür dilerim Murat Bey" dedi temizlikçi. Sonra boynunda güçlü bir acı duydu. Bağırmak istedi, ama dizleri çözülürken sadece kendisine doğru yaklaşan yeri izlemekle yetindi.

Gözlerini açtığında ilk farkettiği boyun ağrısıydı. Eliyle boynunu ovuşturdu ve yavaşça doğruldu yatağından. Gece bu kadar çok içmemeliydim diye düşündü gülümseyerek. Veda partileri hep böyle mi olmak zorunda...Nihayet işlerini halletmişti, yurt dışı macerasını tamamlamıştı ve Türkiye'ye geri dönüyordu. Ailesini ve arkadaşlarını ne kadar özlediğini düşündü. İstiklal'de bir bira ne kadar çekici görünüyordu şimdi.

Yataktan çıktı ve perdeleri açtı, güzel bir gün olacak gibi görünüyordu. Yavaşça elbiselerini giydi, el çantasının içini kontrol etti. İki pasaportuda, uçak biletide, cüzdanıda yerindeydi. Son bir kez odasının içine baktı, bavulunu alıp otel odsından dışarıya çıktı. Kapıda bir temizlikçi ile karşılaştı, temizlikçi gülümseyerek başını eğdi. "Odayı toplayabilirsiniz, çıkıyorum zaten" dedi gülümseyerek, temizlikçi aynı gülümsemeyle karşılık verdi.

Otel kapısından dışarı çıkarken hemen önünde duran taksiye bindi. "Havaalanına lütfen" dedi bavulunu alan taksiciye. Temizlikçi kıyafetleri olan bir adam lobinin pencerelerinden taksinin gidişini izledi, lobideki diğer tüm müşterilerle birlikte. Telefonu eline aldı ve düzgün bir ingilizce ile konuşmaya başladı. "Tüm personel kayıtlarını silebilirsiniz. Hedefte düzensiz davranış yok, verilen anıları kabullendi".

Halt Mich

Lacrimosa 1 haftadır ruhumu titretti, nasıl bir ruh hali var bu adamın anlamadım.

Halt Mich

Aus schlaflos gelebtem Tagtraum erwacht
So bin ich der Sehnsucht Opfer
Aus kindgelebtem Vertrauen erwacht
So klaffen heute meine Wunden

Das Leben brennt mir von der Seele
Die Sehnsucht erfullt mir tapfer ihre Pflicht

Halt mich - mein Leben - halt mich!

Solange sich die Zeit noch regt
Die Zeiger sich noch drehen
Solange drehe auch ich noch meine Runden
Doch des Lebens süsse Lust hat mich verlassen

Das Leben brennt mir von der Seele
Die Sehnsucht erfullt mir tapfer ihre Pflicht

Halt mich - mein Leben - halt mich!

25 Ocak 2007

Alleine Zu Zweit

Am Ende der Wahrheit
Am Ende des Lichts
Am Ende der Liebe
Am Ende - da stehst Du

Nichts hat uberlebt
Wir haben schweigend uns schon lange getrennt
Und mit jedem Tag "Wir"
Wuchs die Lüge unserer Liebe
Und je weiter wir den Weg zusammen gingen
Desto weiter haben wir uns voneinander entfernt

Einsam - gemeinsam
Wir haben verlernt uns neu zu suchen
Die Gewohnheit vernebelt
Die Tragheit erstickt
Der Hochmut macht trunken
Und die Naehe treibt zur Flucht

Tanz - mein Leben - tanz
Tanz mit mir
Tanz mit mir noch einmal
In den puren Rausch der nackten Liebe

Çok sıradan, rastlanan bir durum bile olsa güzel anlatmış Lacrimosa.

22 Ocak 2007

Bleach - Back to Business, Naruto follows


Okur, ey okur, biraz da olsa anime sevgin varsa, bleach izlemişsen (ki o zaman otomatik manyağı olmuşsundur), Bleach geçen hafta filler hikayeleri bitirip nihayet orijinal hikayesine geri döndü. 110. bölüm itibariyle, hikaye kaldığı yerden devam ediyor.

Biz istanbul sokaklarında festival havasına girdik sayın okuyucu, her köşede şampanyalar patlatılıyor (paramız mı çok nedir?), herkes beraber şarkı söylüyor (sanırım japonca evt), dünya genelinde bleach severler arasında tam bir bayram havası yaşanıyor, insanlar el öpüp para falan bile istemeye başladılar, konsept tamamen karıştı.

Gelsin hollow ichigo, gelsin Zangetsu, gelsin moonfang slices the moon, hepsi gelsin ulan, 1 yıldır bunu bekliyorum.

Ayrıca bu muhteşem haber üzerine, Naruto' da 2 yıl gibi öküz vari bir aradan sonra, Şubat ayınca nihayet filler'ları bitirip ana hikayeye geri dönüyor, ve Manga'da ki part 2'dan devam edicek, bunun içinde kutlamaları bilahare yapıcaz.

Yeni yıla nası girdik fotoromanı

Pınar'ın evindeki minimal yılbaşı partimizden elimizde 245803209 adet fotoğraf ve video kaldı. Bunlar yılbaşına nası girdiğimizi görsel olarakta anlatıyor. Şimdi hayvan kibin yazdım ben nasıl girdiğimi de inatla anlamayanlar resimlere bakabilirler. (...Yok abi ben okumuyorum resimlerine bakıyorum sadece...)

Birde tıklayınca resimler büyük boy olarak bile açılabilir, o derece, bir dene istersen, çekinme.

Doğan böyle girdi. Zaten belliydi adamın ilk düşen olucağı, adam görev bilinciyle içiyor tekilayı.


"Bu masadakilerin hepsi biticek ulan, nimet bunlar" isimli bu çalışmamızdada 4 angut olarak poz vermişiz. Pınar'ın bu bulanıklığı bilerek yaptığını düşünmesem de resime, saatte 50 km hızla sola doğru ilerliyormuşuz havası vermesi enteresan olmuş. Her türlü aksesuarımız da hazır, yeni yıla inanılmaz girmeye programlamışız kendimizi. Doğan karizmatik bir hareket falan yapmaya çalışıyor sanırım da, yanındaki Güvenpınar isimli karton kutu ile nereye kadar doğan demek istiyorum. Alican'da sanırım objektifin masada olduğunu falan düşünüyormuş çekim sırasında, olsun ama güzel poz vermiş.

Bakın görün doğan aslında nasıl birisi. Kendisine tripod doğan diyoruz artık aramızda. Gerçi topları yanlış yerde, ya da göğüsleri, bilemedim şimdi tam olarak, ama sağlıklı bir insanınkilerin olması gerektiği yerde değil her neyse bunlar. Renkleri de farklı, var bi gariplik kesin. Doğan resimde kendileri ile inanılmaz gurur duyduğunu yeterince belli etmiş.

Burada herkes ayrı telden çalıyor, bir noktada iskambil oynamaya kalkıştık. Ama resimde güzel bir ayrıntı olarak, Doğan'ın masadaki Pringles ile telepati kurmaya çalışması var. Hnnnn, olucak olucak, hnnnnn, yiycem seniii, hnnnnn. Sonrasında iletişim kurmayı bırakarak, yemenin daha mantıklı bir şey olduğuna karar verdi.

Bu resim anlaşıldığı üzere (anlayanlara sesleniyorum burada, anlamayanlar da cümlenin devamını okusun, ayrımcılık yapmayı sevmem) gecenin sonlarına doğru çekiliyor. Erinç şapkadan kusmuk torbası yapma transformasyonunu gerçekleştirmiş, bir de sanırım, ulan ben bunu niye içiyorum bakışı var. Alican ne yapıyor tam anlamadım, Erinç'in son jelibonu yemesine ağıt tutuyor herhalde. Pınar da ise kafam güzel gülüşünü görebiliyor olmanız lazım ey sevgili okuyucu (okuma sen resimlerine bak sadece okuyucu).

Buna ne diyim ben şimdi. Aslında burda biz gecenin sonu için simulasyon yapıyorduk. Birde benim kafama kova geçirdiğim fotoğraf olması gerekiyor, kovanın kullanım şeklini çözmeye çalışırken, ama onu bulamadım.

Ayrıca Erinç'in tek parça gri hapishane kaçkını pijaması ile çekilmiş fotoğrafı var, ama kişisel haklara saygıdan onu buraya koymamayı tercih ediyorum.

D20 Sallasak

Dün çok uzun zaman sonra tekrar frp oynadık. Ender'in evinde oynamış olmamızda ayrı bir nostalji kattı olaya. Eskiden olduğu gibi eve giden yolu da yürüyerek gittim, sanki 8-9 sene önceki gibi geldi herşey, aynı yol, aynı ev, aynı insanlar.

(ama nasıl yalan, her şey değişik aslında, Ender evli, Cenk göbekli, Erdem hmm o da göbekli, Batu bilemiyorum, Batu 8 sene öncekinden farklı değil sanırım, ben süperim (evt "süperim" herhangi bir değişiklik açıklaması değil, ama blog benim istediğimi yazarım, ayrıca eskidende süperdim, überim hatta))
(parantez açıp kapadıkça kendimi kod yazıyormuş gibi hissettim, hey gidi geçmiş yıllar)
(bir de yazı baya bir anlamsızlaştı gibi hissediyorum sanki, beni hep bu parantezler yaktı. Bu parantezi de inadına kapatmıycam okurken kıl olun.

Eskiden olduğu gibi aynı, toplamda 2 saat ancak oynayabildik, kalan zaman, çay, kahve, cips, dürüm, müzik, ve bilumum saçma ve komik geyiklerle geçti.

...değerli item arayışında ki oyuncu:
-bu yüzüktende daha değerli bir şeyiniz var mı bana göstermediğiniz?
-götüm var götüm

...roleplaying ızdırabı, npc'ye yaranmaya çalışan oyuncu
-büyük büyük büyük babamı beyaz ejderha, şatosunda yemişti.
-aaa ne tesadüf benim ki de aynı sebepten ölmüştü!?!?
-!?!?! acımla dalgamı geçiyorsunuz, hemen çıkın evimden...
-ama biz çelenkte getirmiştik

...cimri büyücü
-circle of death atıcam, yok yok atmıyim, atsammı ki, yok yok atmıyim...

...bazı büyülerin gerçek amaçları
-abi blink büyüsünde, %50 bu dünyada, %50 başka boyutta oluyorsun, böyle hayalet gibi
-kafan güzel oluyor yani??

O değil de, hani bizim bi 20lik zar vardı o noldu?

16 Ocak 2007

Ölüm Tehlikesi


Bu resmi geçen sene kurban bayramında çekmiştim. Bir şekilde paylaşasım geldi nedense. Yalın haliyle, kurbanlık koyunlar trafonun yanında bir yere koyulmuşlar. Trafo da ölüm tehlikesi işareti var. Gördüğüm zaman bana baya ironik görünmüştü. Koyunlar bu konuda ne düşünüyor diye de merak etmiştim.

a- Osman abi, ya kapıda ölüm tehlikesi falan diyor, sakata gelmeyelim?
b- Ya olm takma sen kafana, güzel arazi kapadık, sen otlanmana bak, en kötü ne olabilir.
a- Abi eli bıçaklı adamlar geliyor...

son mu?

Birisini son kez gördüğünü düşünmek garip bir duygu. Sonradan, son kez görüşümmüş demenin ağırlığının yanında, son kez görürken hissetsek bunu acaba nasıl kötü bir hayatımız olurdu.

Erdem'in yazısını okuduktan sonra garip hissettim baya. Özür dilemeler, verilen sözler, beraber yapılıcak işler, neler havada kalıyor bir daha göremeyince.

15 Ocak 2007

Pazar kahvaltısı

Saat çaldı sabah. Saat bu tabi, birisi kurmuş olmalı ki çalsın, yoksa ne diye gereksiz sesler çıkarsın. Ama oksijen eksik. Önce bir nefes almak lazım. Ciğerler. Evet, evet, ciğerlerim onun için orda. OOOOOOooooooooh, oksijen tamam. Su. Su içmem lazım, yataktan çıktıktan hemen sonra bunu yapabilirim, her şey sırasıyla.

Saat hala çalıyor, çok gereksiz bir detay gibi görünse de onun sesini bir kere duyduktan sonra, kendisine bölüm sonu canavarı gibi bakabiliyor insan, özellikle aynı saati 15 senedir kullanınca. Tabi saatin tepesine birisi bir tuş koymuş yaratıcı bir şekilde. Bastım, evet ses kesildi. Çok güzel adım adım gitmek lazım hayatta. Su, sürahide. Şimdi bir de bir ağrı var başımda ama. Görüntüde de var biraz bulanıklık. Sürahi, bardak, ağız, su. Evet yavaş yavaş geliyor bir şeyler. Bugün pazar. Tamam, pazar kahvaltısı, aile ziyareti zamanı, demekki saat bu yüzden kurulmuş, tahminlerime göre saati kuran kişide yüksek ihtimalle benim. Tabi ev populasyonu oldukça az düşününce, benden başka birisi olduğunu sanmıyorum, varsa da süper saklanıyor olması lazım.

Saat 9 buçuk. Tuvalet, yüz yıkama, giyecekler ve sokağa çıkma, bunlarıda belli bir sırayla halletmem lazım, sırayı karıştırırsam çok tehlikeli olabilir. Uyku, evt burda da bir eksiklik var. Gece, uzun, müzik, rakı, bira, güzel. Evet, baş ağrısıda tamam o zaman. Taksi, ev, gece 5. Uyku da burdan tamam. Kahvaltıya ulaşmam lazım. Yan mahalleye göç ediyorum. Ama hala bir güzellik var kafamda.

Annem, babam, abim, sucuklu yumurta ve çay, boş mideye bire bir. Nasıl da güzel muhabbet ediyormuş insan kafası böyle olunca.

Saati kuran kesin benim, kesin. Diğer ihtimaller oldukça zor görünüyor.

Yellow Submarine

Biri vardı bir zamanlar tanıdığım. Bana hayatından bahsetmişti, bir kahve bardağının arkasından. Oralara gittim demişti, oralara gittim, gezdim, gördüm. Gördüklerini anlatmıştı bana, benim görmediğim yerleri, insanları. Pastel renkli boyalarla kaplı bir resim çizmişti anılarından. Nasıl renkli, nasıl parlak. Ben de gidicem birgün demiştim. Gidicem, o resmi görücem. Benim de resmim olucak. Sonra o birisi gitti, ben ise gitmedim. Resim kaldı sadece. Rüyamıydı derim hala kahve bardağına bakarken. Resmi düşünüp, o gün çalan şarkıyı çalarım hala.


In the town where i was born, lived a man who sailed to sea,
and he told us of his life, in the land of submarines,
so we sailed on to the sun, 'til we found a sea of green,
now we live beneath the waves, in our yellow submarine

09 Ocak 2007

Zıpor

Tekrar spora başladım. 2452562 kilo olduktan sonra (şaka len şaka, 4 kilo fazlam var), napıyorum lam ben diyerek bi titredim, giydim spor ayakkabılarımı (şimdi evt, hep spor ayakkabı giyiyorum, ama bu sefer sporda giymek için seçtiğim spor ayakkabılarımı giydim), gittim salonuma.

Baya olmuş gitmeyeli tabi tanımadılar, almadılar içeri, zorluk çıkardılar, dedim ben 3 yıllık üyeyim. "O zaman neden böyle şişmansınız hohoho" diye dalga geçtiler. Çıkardım yazın çekilmiş süper fit fotoğraflarımı gösterdim hışımla. Sonra ordan çocukluk fotoğraflarına, bebeklik ftoğraflarına falan bakmaya başladık, güldük eğlendik. Sonra ben gene titredim, çıkardım üyelik kartımı, resepsiyonistin alnına yapıştırdım. O zaman geçebilirsin dedi tabi kadıncağız.

Sonuç olarak bir ay verdim kendime, tekrar sağlıklı bir hayat için. Bir ay sonra buraya ahanda 69'a indim yazmayan en adi dombilidir.