18 Aralık 2008

Noodle soup

Blog oglum unuttum ben seni sanirim. Sanirimi kalmamis hatta 4 ay olnus zira. Olur o kadar, eskiden blog mu varmis demek istiyorum ama biraz da kararsizim aslinda. Yagmurlu ve serin bir yaz aksaminda Melbourne de tramde anime izlemeye giderken bazen boyle seyler geliyor aklima. O degil de tramden inince islanicam be blog, saganak falan, senin boyle dertlerin yok tabi sicacik kuru sunucunda uyurken. Hadi blogcum ben kacarim, valla bunu saymam, bu hafta tekrar bulusalim.

26 Ağustos 2008

I sense much fear in you...

Melbournde'deki ilk işimde 3. ayımı doldurmak üzereyken, performans değerlendirmesi toplantısının hemen öncesindeki haftasonunda, kendim ile yaptığım müzakereler sonucunda (bunu şu anda yazıyorum ama hakkaten yazarken bu laf nasıl kullanılır, nasıl yazılır en ufak fikrim yok, neyse, olsa da yazdım olmasa da), işim ile bazı kararlar verdim.

Tabi şimdi bu kendi ile müzakere kısmnı şöyle oluyor, ben Crysis oynuyorum, çok pis koreli dövüyorum, tutuyorum ümüğünü sıkıyorum, kucağına roket, ensesine tokat atıyorum, yeri geliyor uzaylısı ile haşır neşir oluyorum, yeri geliyor insanlığı kurtarıyorum, bu esnada hep kafamda "ya o değil de bu işin bana harbiden bir getirisi var mı, neyse dur iki roket daha atayım" şeklinde sorgulamalar yapıyorum. Bir elim cipste, bir elim kahve de, bir elim mouse'da (evet üç elim var, bana mantık hatalarıyla gelme okur).

Uzun uzun düşündükten sonra (yukarıdaki paragraftan gördünüz ne kadar uzun bir düşünce sürecim var), bu işin bana göre olmadığını farkettim, gerek getirilerinin düşüklüğü, gerek saygınlığı açısından (fazlayım ulan bu şirkete ben).

Geçen hafta patronum ile ikinci catch up toplantım vardı. Amacı temel olarak performans değerlendirmesi. Patron aldı beni çok şık bir cafe'ye götürdü görüşme için. Tabi yol boyunca benim kafamdan, acaba ayrılıcam desem saat kaçta evde olurum geçiyor, ocakta yemek bıraktım da.

Patron çok güzel girdi muhabbete tabi, herkesden duyduğu çok pozitif yorumlardan ve performansımın, adaptasyonumun ne kadar yüksek olduğundan tutup, kendimi şirketin geleceği açısından hangi yönde geliştirmem gerektiğine, 6 ay sonunda planlanan maaş artışını şimdi yapmaya karar verdiklerine (yaptığın da bir şey olsa be, en fazla bir six-pack daha alabilicem ayda onla) götürürken muhabbeti, sanırım benim yüzümde boş bir bakış görmüş olmalı ki, sen ne düşünüyorsun Murat dedi. Bu da tam, sevişme sonrası, ne düşünüyorsun gibi bi soru. Ya bırak ya, bırak uyuycam ben, diyemedim mekan ve zaman tersliğinden dolayı.

"Benim açıkçası kafamda bazı yeni düşünceler oluştu, ve burada çalışmak ile ilgili tereddütlerim var artık."

Bunun üzerine tabi bir dakikalık bir sessizlik oldu. Ben bu süre boyunca patronun suratının değişmesini, bana enteresan duygularla bakışını izledim. Sonuç olarak bana oldukça değerli bazı fikirler sundu (harbiden, sonuçta adamın hayat deneyimi var, neyse). Hayır kahve de bir güzel, bir güzel.

Patron - So Murat, you have to decide on what you really want (sanırım iş ile ilgili).
Ben - One more coffee (olmadı)?

Ama muhabbetin en alıcı noktası ise şuydu (anlam bütünlüğü açısından ingilizce yazıyorum sayın okuyucu):

P- Murat, do you know Star Wars?
B- Well, sure, I am a star wars freak actually...
P- You are very much like, Anakin Skywalker. You are smart, and gifted, you have great abilities, but you are arrogant and you lack patience. First you have to earn the respect to be like Obi Wan.

Bunun üzerine aklımdan geçen tek şey ise şuydu:
"Oha, dark side geliyor".
Benim ister istemez, patronun bana anlamlı ders verme amacının dışında, suratımda aptal bir gülümseme oluştu, ve tüm muhabbet ciddiyetini tamamen kaybederek beni hayal dünyasına sürükledi.

- Ehe, ehehe, ehe, tüm jedi'ları öldürsem mi ki, ehehe, ehe ehe, vznnnnn vzzznnnnnn..

Sonuç olarak ben geçen hafta itibari ile istifamı verdim, yeni ufuklara yelken açmak için, ama gelin görün ki 1.5 hafta oldu ben hala ofisteyim ve iş yapıyorum, istifa etmeyi bile beceremiyorum, en azından kahve beleş.

02 Ağustos 2008

Video Warrior Laserion

80 dönemi kuşağın aslında deli gibi izlediği ama çok bahsi geçmediği için, voltron, thundercats muhabbetleri arasında bir türlü hatırlanıp adı geçmeyen efsane bir çizgi filmdi Lazeryon (nasıl bitiriceğimi bilemedim cümleyi). Bir melbourne akşamında durup dururken bu nereden aklıma geldi hiç bilemiyorum, bilemediğim şeyi de buraya yazmayacağım tabi ki. O zaman bir sonraki paragrafa geçelim.

Bu paragrafı da link vererek geçiştirmeyi uygun gördüm:

Hastasıyız...

Giriş müziği girdiği anda geçmiş yıllar, çocukluk, bilgisayar hayalleri (bu kadar kolpa hayaller içinde gene iyi becermişim bilgisayar mühendisi olmayı) dalga dalga suratına çarpıyor insanın.

Hikayemiz ise (synopsis geliyor), Takashi Katori ve onun amerikalı sarışın arkadaşı Sarah (bu kadar, Sarah, zaten amerikalı sarışın dediğin zaman japon toplumunda bir kişiyi gösterebilirler herhalde, bir de soyadı vermene gerek yok, o zamanda hangi japonun birden fazla sarışın amerikalı arkadaşı olucak) uydu teknolojisi ile bilgisayarlarını birbirlerine bağlayıp yarattıkları sanal ortamda bir oyun dünyası yaratırlar ve burada yarattıkları robot dizaynlarını dövüştürürler. İşler karışır, kahramanlarımızın sinyalleri ordunun sinyalleri ile karışır ve Laserion doğar. Tabi ki hali hazırda dünyayı yok etmeye çalışan bir kötü adamımız vardır ve Takashi Katori laserion'u tek kullanabilen kişi olarak kahramanlığa soyunur.

Özellikle korkutucu olan ise, bu anime'nin 1984 yılında yaratılmış olması. Yani, düşünün adamlar o dönemde internet diyememişler, ama demişler ki, olm bunlar amerika japonya arası neyle bağlansınlar, hadi uydu ile düşün bilgisayarları arası network kurmuş olsunlar, sonra sanal dünya diye bir şey olsun orada robot dizayn etsinler. Olm süper fikir lan, çok futuristik...

Bu japonlar beni benden alıyor sayın okuyucu.

19 Haziran 2008

Yağmur Damlaları

Hayatı sorgulamak için oldukça güzel bir gündü. Gökyüzü her an patlayacakmış gibi görünen dolgun gri bulutlarla kaplıydı. Rüzgar çoğunlukla sessiz durmasına rağmen, zaman zaman yerden bir kaç parça yaprağı kaldırıp, bir kaç kez heyecanla havada savurduktan sonra çabuk sıkılan çocuklar gibi kendi hallerine bırakıyordu.

Şehrin oldukça kalabalık bir mahallesinde, yüksek binaların çevirdiği bir bulvarda, park hala direniyordu çevresindeki yapılara. Kendisini çevreleyen yolların tam ortasında, cömertçe serpiştirilmiş rengarenk ağaçlarıyla, beyaz üzerine kırmızı harflerle yazılmış "çimlere basmayınız" tabelalarıyla, çiçek öbekleri ve yeşile boyanmış tahtadan banklarıyla eski resimlerden fırlamış gibi görünüyordu.

Genç bir adam yavaşça tahta banklardan birisine yöneldi parkın içinden yürüyerek. Büyük bir ağacın karşısını uygun gördü kendisi için, yavaşça ceketini çıkartıp yanına koydu oturmadan önce. Cebinden bir parça gazete kağıdına sarılmış bir simit çıkardı. Ayaklarını hafifçe uzatırken simitini parçalamaya başladı yavaş hareketlerle. Acelesi yoktu bugün, sadece kendisine ayıracaktı zamanını. Ufak bir rüzgar suratını okşarken ilk parçayı ağzına attı. Bir kaç güvercin kendilerini genç adamın huzuruna çıkarttılar hiç gecikmeden, yere düşen parçaların çevresinde dans ederek. Huzur diye düşündü, böyle bir şey mi acaba?

Çevresini inceliyordu bir yandan da, önce önünde duran ağacı süzdü baştan aşağıya. "yapraklarını sayabilir miyim acaba?", hemen vazgeçti bu fikrinden. Sonra parkın kalanına göz gezdirdi yavaşça. Her biri ayrı bir hikaye taşıyan başka onlarca insan gördü, bir uçtan bir uca koşturan.

Yavaşça kafasını sola, yolun karşısına doğru çevirdi genç adam. Arabaların arasından binaları ve kaldırımı süzmeye başladı. İşlerine koşturan onlarca insan, çantasına dolanan şemsiyesini kurtarmaya çalışan bir adam, yavaşça yolun kenarında ilerleyen bir bisikletli, alışveriş torbaları ile yavaş ama emin adımlarla yürüyen yaşlı bir kadın ve birden tüm bunların arasında beyaz bir kağıda dökülen mürekkep lekesi gibi gözüne çarptı kaldırımın ortasında duran ufak bir çocuk.

Ufak elleri yumruk halinde iki yanına açılmış, büyük gözleriyle boşluğa doğru bakıyordu çocuk. Üzerinde beyaz bir elbise, ayakları çıplak öylece duruyordu kaldırımın ortasında, yanından geçen insanlara aldırmadan, nereye baktığını bilmeden.

Genç adam ürperdiğini hissetti bir anda. Daha dikkatli bakmaya başladı küçük çocuğa, önünden geçen insanlara aldırmadan. Sanki bir tabloda hatayı bulun oyunu gibiydi karşısındaki sahne. Yavaşça yerinden yükseldi genç adam, kalan simiti gazete kağıdına sardı ve ceketinin cebine koydu. Çocuğa doğru yürümeye başladı hızlı adımlarla. Caddeyi geçti iki adımda, kaldırıma çıktı, nerdeyse kalın deri çantalı bir adama çarpıyordu. Tam çocuğun karşısında duruyordu ne yaptığını farkettiğinde.
"Merhaba ufaklık" dedi yavaşça.
Bir rüyadan uyanmış gibi gözlerini kırpıştırdı çocuk. Yavaşça kafasını kaldırdı ve genç adamın gözlerine baktı.
"Merhaba" dedi kısık bir sesle, kelimeler havada kayboluverdiler anında.
"Ne yapıyorsun burda, kaldırımın ortasında durarak? Gidecek bir yerin yok mu; nerde yaşıyorsun bakalım?"
Yüzünde ufak bir suçluluk duygusu çöktü çocuğun. "Evim yok" dedi sadece.
"Adın ne senin?" dedi genç adam ses tonu merakla birlikte güçlenerek.
Bir süre düşündü çocuk tekrar orda olmayan bir şeylere bakarak.
"Ben... hatırlamıyorum" dedi sessizce. Kafasını kaldırdı ve tekrar baktı genç adama o büyük siyah gözleriyle.

Genç adam irkildi gözlerine bakarken. Derin bir karanlık çöktü üzerine. Gözlerin içinde sonsuzluğa bakarken buldu kendisini. Başlangıçta her şey karanlık ve sessizdi, sonra ışıkları gördü havada uçuşan hayatında asla farketmediği renklerde. Melodiler uçuşmaya başladı kafasının içinde, hiç duymadığı notalarla bezenmiş. Yıldızları izledi, birer birer yerlerine koyulup parlamaya başlarlarken, altı günü saydı tek tek dünyanın yaratılışıyla, yedinci günü gördü çocuğun mutluluk gülücükleri ile kaplanmış, 7 katını gördü gökyüzünün, milyonlarca ufak ışık demetini seyretti uçuşurlarken, sıcaklığı duydu teninde alevlerle kaplı diyarları izlerken, yaşamları saydı tek tek her biri farklı, ihanetlerini gördü, sırt çevirişlerini, günahlarını ve gözyaşlarını her birinin yarattığı. Kendisini gördü en sonunda sonsuzluğa bakarken. Bir ses duydu herşeyin ötesinde.
"Hatırlamıyorum" diye tekrarladı çocuk, boş bakışlar belirdi yüzünde.
Genç adam tekrar baktı o gözlere uzun uzun ve derin bir iç çekti. Elini uzattı yavaşça.
"Benimle gelir misin? Bir yere ait olmak ister misin? Biraz çay, bir parça simit umarım şimdilik yeter" dedi gülümseyerek.
Çocuk sessizce kaldırdı gözlerini genç adama bakmak için. Suçluluk duygusu kayboldu yavaşça yüzünden, ufak bir gülümseme belirdi o büyük gözlerinin altında. Bir damla gözyaşı yavaşça akmaya başladı yanağından aşağıya. Elini kaldırdı çocuk, ve sıkıca tuttu genç adamın elini.
"Olur" dedi çocuk ağzından gülücükler saçarak. Gözyaşı yanağından aşağıya düştü sessizce, aniden beliren yağmur damlalarıyla birlikte. Başını kaldırıp havaya baktı genç adam gülümseyerek, yüzünde damlaların serinliğiyle.
"Haydi gidelim daha çok yolumuz var..." Ve yürümeye başladılar yoldan aşağıya, arkalarında çiçeklerden bir yol ve milyonlarca gözyaşıyla birlikte.

15 Haziran 2008

Footy ve toplanmış 85bin kişi

Ben Footy gördüm.

Perşembe günü müdürlerden birisinin yanıma tüm güleryüzlülüğü ile yaklaşıp, hey mate (default prefix) dedikten sonra beni pazar günü barbekü ve hemen ardından footy maçına davet etmesi üzerine, hayatımda ilk defa stadyumda bir spor etkinliği için plan yapmış oldum (şimdi tabi biletleri adam alıyor bana kalsa 10 kere plan yapar sonra maç günü hastayım der evde otururum, barbekü için aynısı geçerli değil o türklerde mangal adı altında genetik olarak var).

Önce sevgili müdürümün evinde buluştuk, ben ve benim gibi daha önce hiç footy maçı izlememiş bir kaç çalışan ile beraber. Orada zaten bunun deneysel bir çalışma olduğunu farkettim (kurban olurum ben içinde 10 kilo et olan deneysel çalışmalara). Muhteşem bir greek salatası, et şöleni, ne olduğunu sorgulamaya vaktim olmadan yediğim çeşitli gıda ürünleri, ülkelerin popüler sporları üzerine yüzeysel bir muhabbet ve bira ile öğle vaktini doldurduk. Tabi daha çeşitli muhabbetlerde geçti ama ben hala Avustralya aksanına olan yabancılığımdan dolayı muhabbetlerin o kısmına içeriksel katkıda bulunmak yerine oraları gülerek geçiştirmeyi tercih ediyorum.

Hepimizin sandalyelerinin üzerinde ev sahibimizin tuttuğu takımın şapkalarından duruyordu ve özel olarakta maçı izlemeyenler o sandalyelere oturtuldu. Burada artık kendimi bir oyun içinde gibi hissetmeye başladım. Dışarı çıkarken koşullanmış bir şekilde hepimiz hastası olduğumuz Collingwood şapkalarımızı takmıştık bile. Wooohooo, Collingwood Collingwood...

Spor fanatizminden oldukça uzak bir kişi oldum hayatım boyunca. Fanatik diyerek yumuşatmaya da gerek yok, spor sevgisinden uzak bir kişiyim. Bu yüzden hayatımda hiç profesyonel bir stadyuma gitmedim. Bu sebeptendir ki stadyuma ilk girdiğim andan itibaren grandeur kokan bir hava suratıma suratıma çarptı (çarpma betimlemesi sonraki cümlede, parantez içinden bir şey beklemeyin). Hangi koltuk grubundayız diye insanlar arasından geçerken, o insanların ardı arkasının kesilmemesi, ileriye doğru baktığında tam olarak ne kadar olduğunu tahmin bile edemediğin sayıda insan görmek, ve bunların 3 kat olarak karşıda oturuyor olması daha önce tam olarak hissetmediğim bir duyguymuş ve bir süre kendimi salak hissettim.

Şimdi ben stadyum konseptini şimdiye kadar sadece bilgisayar oyunlarında gördüm tabi. Orada seyirci arka planda duran bir sürü kafadır, genelde bunlar copy&paste ile tekrarlanmış arka plan resminden ibarettir. 85bin insanı bir yere sokalım, hepsi ellerini kollarını sallasın, bağırsınlar konsepti dahilinde yapılmış bu ortamın gerçekliğini uzun süre kabullenemedim. Yani düşün adamlarda öyle bir hardware var ki, oradaki herkes birbirinden bağımsız hareket ediyor ve kimse birbirinin kopyası da değil. Arada ışık oyunları falan var, bulutlar geçtikçe, martılar giriyor çıkıyor görüntü alanına. Footy'de kurallarını anladıktan sonra oldukça eğlenceli bir oyundu, ama ben vaktimin çocuğunu çevreyi izleyerek gerçirdim.

Ayrıca sanırım Türkiye'de bir maç izlemekten farklı yanları benim maç süresince şapşal şapşal gülümsememe sebep oldu. Birincisi tabi ki tel örgü olmaması (sadece sahaya girerseniz cezası 6bin dolar gibi bir uyarı var, tabi insanlar okuma yazma biliyor niye girsinler di mi). İkincisi iki takımın seyircilerinin de karışık ve beraber oturması, birbirlerine muhteşem şekilde söverek laf geçirmeleri ama hiç bir şekilde ortalıkta bir taşkınlık olmaması (burada söverek dediğimiz zaman bizim standart Osman abi sövmesi demiyorum tabi, burda 45 yaşında hanım hanım bir teyzemizde maç konsepti dahilinde "Jackie kadın gibi kıvırtmayı bırak topu takip eeeeeet" ya da maç bitince "well fuck, we'll meet at the finals dicks" diye bağırabiliyor).

Neyse, koşullanarak tuttuğum takım kaybetti, hem de son 20 dakika resmen ezildiler. Bak sinirlendim gene, kardeşim izletmeyin bana spor aktivitesi sinir basıyor (mangal nasıl güzeldi ama...).

02 Mayıs 2008

Melbourne semalarına alçalıyoruz

1 mayıs itibariyle Melbourne semalarına alçalışa geçtim. 1 mayıs artı yarım saat civarında ise piste indim bile. Yüklendim N tane el bavulumu vurdum kendimi pasaport kontrolüne, nası koşuyorum ama, sırada önce geçicem ya. İnceden bir tedirginlikte yoktu değil, hani vize pembe falan olunca insanın güvenesi gelmiyor çok, özellikle girişte doldurduğum her şeyi sokmanın (yani evet her şeyi, kendinizi zor sokuyosunuz, nerdeyse iki kol iki bacaktan fazla bir şeyi olan birini sokuyor musunuz diye soru sorucaklar) yasak olduğunu inceden belli eden check list dolayısıyla.

Tabii herkesin yüzünde bir gülümseme. Verdim pasaportumu gururla, üzerinde yıllardır neden çıkartmadığımı bilmediğim travel market koruyucu kaılıfıyla beraber.
(yani bu şekilde uzatınca pasaportu genelde kendimi satış uzmanı gibi hissediyorum,
- biz travel market olarak her zaman müşterinin önceliğine inanırız, buyrun bu da broşürümüz.
- eee... burası pasaport kontrolü... çocuklar arkadaşı içeri alır mısınız broşürüyle.)

Daha çok şu şekilde bir dialog geçti:
- Tek mi geldiniz?
+ Evet.
- Karınız?
+ Hayır tek başıma geldim
- Siz göçmen mişsiniz, ülkeye ilk girişiniz mi?
+ Evet.
- O zaman size Avustralya'ya hoş geldiniz demek istiyorum Hihihih.
(yani buna benzer bi gülücük geldi)
+ !!!...

Bagajlar, taksi, şehir, hostel. 40 saat uyumamaktan oluşan yorgunlukla beraber attım kendimi yatağıma. Bu şekilde jetlag yaşamadan perşembe sabahı saat 10'da paşalar gibi uyandım (paşalar gibi ama, hop böyle üzerinde paşa kıyafetiyle, yanda hizmetçiler ellerinde sıcak su havlu falan). 35 tane kahve içtikten ve yağmuru izledikten sonra dedim artık vakti geldi bu Melbourne denen şehre adım atmanın.

Sanırım hostel şehrin oldukça güzel bir yerinde, zira ilk 15 dakika sonrasında bir titredim şehrin güzelliği karşısında. Güzel sokaklar, güzel binalar, güzel insanlar, cheers, mate derken 3 saat kadar sokaklarda suratımda aptal bir gülümseme ile dolaştım.

Bir telefon kartı almak için vodafone gördüğüm ilk dükkanı bastım. Hayatımda gördüğüm en güler yüzlü satış danışmanı ile geçen 20 dakikalık muhabbet sonunda farkettim ki adam aslında bana vodafone satmamış (bunu aldıktan sonra anlamam çok enteresan). Yeni gsm şirketimin adı Crazy John's. Telefonum ekranında artık bu yazıyor. Huhahaha bu ne ya derken öğrendim ki firmanın sahibinin adı John İlhan'mış. Kendisi 2 yaşındayken Yozgat'tan (evet, bildiğimiz Yozgat, Türkiye) Melbourne'e taşınmış. Bu şekilde bakınca firma adı daha mantıklı geliyor. Çılgın John. Tam Türk işi.

Oradan çıktıktan sonra rastgele bir bankaya girdim hesap açtırmak ve zrilyonlarımı yatırmak için. Hööööö, huuummmm diye etrafa bakınırken bir danışmanın buyrun yardım edebilir miyim sözleri, ve el sallamaları, ve kafama ataç atma hareketleri sonucu, aaaa merhaba diyerek masada bulunan sandalyeye yerleştim. Hesap açtırma niyetimi ilettikten sonraki muhabbetlerde, bu hatun kişisinin Karadağlı olduğu, avrupalıları özlediğini, daha yeni Türk Alman yapımı çok güzel bir film izlediğini, benim de izlemem gerektiğini, benden büyük kızı olduğunu, 24 yaşında evlendiğini, 22 yıl evli kaldığını ve 6 sene önce boşandığını (evt okuyucu bu bilgiler eşliğinde yaşını bulabiliyorsun), ailedeki en kısa kişi olduğunu, haftaya izin alıcağını, bu aralar çok yalnız olduğunu bir masaj yaptırmak istediğini öğrendim. Yani söyliyceğim şudur ki öncelikle bunlar arasında hesabı açtırmayı bir şekilde başarabildim. Sonra dedim ben ufaktan gidiyim evde çoluk çocuk bekler, teyzecim ellerinden öperim, hadi güle güle.

Hemen caddenin karşısına atladım (caddenin ortasına atlayınca tramvay ile yüz yüze kalma ihtimali hep aklımda), bir italyan lokantasına girdim. Uzun süren sessizlik sonrasında beliren ahçıya pizza yemek isteğimi dile getirdim. Ahçı beyimiz 15 dakika sonrasında mis kokan yuvarlak hamur parçasıyla belirdi.
- Siz İtalyan'ların dediği gibi, Bon Appetite.
Şimdi buradaki ilginç noktalara değinelim okur:
1 Bon Appetite fransıca.
2 Ben İtalyan değilim.
3 Bu adam neye güvenip İtalyan lokantası işletiyor, sizli bizli zaten.

- Haha teşekkür ederim, ama ben İtalyan değilim.
+ Aaa İtalyan değil misin.
- Hayır ben Türk'üm.
+ Sizde de pizza var mı? (şimdi bu sorunun sebebini tam bilemiyorum. Yani aa sizde de pizza var mı yoksa niye giriyosun lokantama olabilir mesela.)

Bu şekilde dolu dolu bir ilk gün geçirdim Melbourne'de. Sonra gittim yattım uyudum.

19 Mart 2008

Aziz Patrick strikes again

Dün gene aziz Patrick günüydü. Galiba bu her sene oluyor (?!?). Ben de geleneklere bağlılığımı belli edecek şekilde, yeşillerimi giyip çıktım yollara. Öncelikle Zizkov barları partnerlerimden Adil üstad ile buluştuk, insanlık dışı boyutunda bir pizza yedikten sonra, sürünerekten Irish Pub yolunu tuttuk.

Genel olarak Prag'da hiç bir Irish Pub deneyimim olmadığından, Adil, "abi buraya girelim" dedi, ben de "tabi ki abi, oraya girmiycez de nereye giricez" gibisinden bir cevap verdim. Ufak, süper tatlı bir mekanda, oturup yeşil insanlar arasında biralarımızı hüpletmeye başladık. Ben günün anlam ve önemi açısından Guiness içmeye başladım, ama sanırım tüm barda içen tek bendim, fiyat farkı konusunda Çek'liler çok tutucu. İlk Guiness'im den sonra, garson hatun bana ufak bir St. Patrick's day, kazı kazan kartı verdi. Kazıdım, üzerinde "you win" yazıyordu. Yani şimdi tabi önce, uhehahah kazandım ulan diyor insan, ama o kadar havada bir lafki. "you win". Bu kadar. Bunu insan her yere çeker tabi.

Garson hatuna, kazandım dedim, o da, Oooo süper dedikten sonra bana kağıttan yeşil bir gözlük verdi. 5 saniye kadar süren bir sessizlik içinde ben ve Adil hatunun suratına mümkün olduğu kadar bön bön baktık. Hatun tabi ki bizi hiç sallamadı.

İkinci Guiness'imi içtikten sonra, gene bir kazı kazan kartı ve gene "you win" çıktı. Ben öeaaaah derken, hatun bu sefer çıkartıp ucunda bir yonca asılı telefon askısı verdi. Bu sefer değer yargılarımız baya düşmüş olucak ki hatunun suratına hiç bakmadık.

Üçüncü Guiness sonrasında, kazı kazan sonucunda tekrar "you win" yazısını görmemizle beraber, Adil ve ben feci komplo teorilerine daldık. Tüm kartların zaten "you win" ile dolu olması, ve tahminen Guiness birasının normal biranın 98 katı pahalı olması gibi. Korkara hatuna kartı uzattıktan sonra bu sefer karşıdan siyah bir karton kutu geldi. Kutunun içerisinden kelt desenli karizmatik metal bir para ataçı çıktı. Bu kez harbi sevindirik oldum, ohaha ne güzelmiş ya diyerek.

Tabi durmak yok, bir sonraki Guiness'in kartından tekrar "you win" çıktı. Bu kez de kocaman pofuduk, St. Patrick's Day şapkası kazandım, o kadar tatlıydı ki gecenin kalanında onunla dolaştım.

5. Guiness'im den çıkan kartta da "you win" yazıyordu ama bu sırada farkettik ki garsonlar artık bana kıl kıl bakmaya başlamışlardı. Zira bu dialog sonrasında, diğer Guiness'lerde artık bana kart vermediler.

- Haha tekrar kazandım, bu sefer ne alıyorum.
- Her şeyi kazandın zaten, daha ne istiyorsun?
- ...Aynılarını? bu sefer arkadaşım için?
- Hayır!
- Nası???
- Hayır!
- Tamam (tırıs mod).

18 Şubat 2008

mobil plog denemesi




O kadar çok blog yazıyorum ki şimdi de mobilken nasıl blog yazarım diye bakıyorum okur. Ama söyleyeyim zor iş. İki saattir resmi nasıl çeviricem diye bakıyorum ve sanırım çeviremedim.

11 Şubat 2008

Dünyanın güney doğu bölgesi

Bu aralar Prag ilgili çok şey yazmadığımı farkettim (genel olarak zaten bir şey yazmıyorum diyenleriniz olabilir, ama bu Prag ile de ilgili bir şeyler yazmamış olduğum gerçeğini değiştirmiyor...sanırım).

Prag şehri iyi, selamı var, hepinizin ellerinden öpüyor, küçüklerin gözlerine parmak sokuyor, gençlere eşşek şakaları yapıyor. Bunun haricinde Prag şehri benim için miladını doldurdu bile. Aralık ayı itibariyle, Avustralya süresiz vizemi almış olmam ile beraber, istifamı verdim. Önce kabul etmediler tabi, Murat'ım (Bodur'um? iş yerinde tabi hala bir ciddiyet hakim), kardeşim yapma etme, bizi sensiz bırakma, dört bin çalışan kahrolur burada dediler. Bir düşünüyim, düşünürken bana bir cheesecake getirir misiniz, kızım sen de bana sütlü bir kahve koy dedim. Düşündüm çok düşündüm, ama 4 dakika sonra cheesecake bitti. Bir de yanına fıstık sarma istedim, düşünmekten kan şekerim düştü dedim. Ney? demeleri üzerine, Çek kültürünün tatlı anlayışlarının kıtlığı farkettim. Pistachio rolls? ... You know, green, nuts, godly taste, unhealthy?
Eeaaah dedim, sinirlerim bozuldu, fırlattım istifayı suratlarına (şimdi istifa tek kağıt aslında, o yüzden mantık dahilinde tek kişinin suratına fırlatabiliyorum, ama böyle bir durumu öngörüp 100 tane fotokopisini çekmiştim, düz fotokopi tabi, renkli yok bizim ofiste).

Mart sonu itibariyle Prag'a güle güle diyorum. Nisan ayı içinde Melbourne için uçak biletimi bile aldım, şakası kalmadı cidden.

Ayrıca Avustralya hayatımda gördüğüm en çirkin vizeye sahip. Bir kere pembe renkli, ikincisi vizede resmi bir belge olduğuna dair yanar döner hiç bir şey bulunmuyor. Üstüne üstlük bir de vize bu demeyip bir sürü şey yazmışlar. Initial entry, indefinite gibi güzel şeylerin yanında, vizenin tam ortasında çok bomba bir şey yazıyor.
"Not Marry before first entry"

Evet adamlar bunu ciddi olarak vizenin üzerine yazmışlar. 10 kutsal emir gibi.

"Not Marry before first entry"
"Not lie before first entry"
"Not Steal before first entry"
"Not drink cold water with a high body heat, in case you still didn't make your first entry"
"Go to bed early, get a good sleep, if you still didn't cross the damn border"
"Not expect me to write 10 commandments, I am out of ideas"

Oysa ben düğün salonumu bile ayarlamıştım, Avustralya'ya göç etmeyi planlayan tüm arkadaşlarımı da evlenme sırasına dizmiştim.

01 Şubat 2008

Rokfor Peyniri

Ey okuyucu gene bir kaç yüzyıl oldu son yazımdan beri. Bu kadar hevesli, istekli (eğitimli, kariyer sahibi, görmüş geçirmiş, kahve yapabilen biri) iken nasıl olup da bu derece yazamıyor olmam beni bile gorklatıyor.

Tam yazıcam bakıyorum bilgisayarım bozulmuş, o halloluyor sular gitmiş, ha su geliyor, bakıyorum cüzdanımı almayı unutmuşum, derken derken sonra birden uyanıyorum rüyadan noluyor ulan diyerek. Tabi ben noluyor ulan diyorum ama kimsenin dinlediği yok zira üst katta tek başıma (gerçi komşular her daim duyuyorlar beni), duvara karşı bağırıyorum (duvara karşı oldu evet, hatta öyle bile değil zira cam var karşımda, cam da değil pencere, ne ulan bu karşımdaki).

Sonra bir süre yazmayınca bakıyorum arada bir sürü şey var yazmam gereken, ama zaman geçmiş gitmiş şimdi yazsam nolur yazmasam (nolur?). Sonra bu duygu hengamesi içerisinde, titremeler eşliğinde kendime geliyorum, kalkıyorum bir kahve koymaya. Yanına da güzel bir kaşarlı, jambonlu tost, üzerine tatlı ortası reçelli kurabiyelerden (hani bu üzerinde ıvır zıvır tatlı tozlar olan eline alınca her yere dökülüp deli edenlerden, ulan onlar dökülmüyor mu yere nasıl deli oluyorum, al o kurabiyeyi fırlat duvara, ama sonra duvarı temizliycekte benim tabi). Yani burdan anlaşılacağı gibi ben uzun süredir aslında bu üzeri abudik pudra şekerli kurabiyeler yüzünden yazamıyorum okuyucu, ama buna artık bir dur dedim, hepsini çöpe attım, gene yazmaya başlıyorum.

Okuyucu aklında ufak bir soru falan kalmışsa belirtiyim, başlığın yazı ile bir alakası yok. Ama şimdi aklıma gelince canım çekmedi değil (hastasıyım çift negatiflerin).