31 Ağustos 2007

The Cherry Cokes

Uzun bir zamandır takıntılı bir şekilde japon müzik gruplarını araştırıp duruyorum. Çok enteresan tarzlarda müzik yapan gruplara denk geldim, ama bugün bulduğum bir tanesi beni müziğin başlamasıyla birlikte yere yıktı, hastası oldum. Gene muhteşem japonlar ve bu sefer İrlanda halk müziği yapıyorlar. Her biri birbirinden tarz, kafaları karışmış komple, sonunda bari İrlanda müziği yapalım demişler. Bulun dinleyin, albümlerindeki bir kaç country tadında yavaş şarkı dışında, diğer şarkılar son derece eğlenceli. Bir de anlaşılmaz bir ingilizce yerine doğrudan japonca söyleseler, kendilerini mıncıklamaktan öldürürdüm. Ayrıca flüt çalan genci gerçekten eve alıp, salonun köşesine koymak istiyorum, bardaki ablayı da (evt evt saksafon çalan), ama onu salona koymayabilirim.



Aranızda Ska sevenler var ise buyrunuz bu da bonus (Ore Ska Band - Pinnochio):

Cesur Yeni Dünya

İki gün önce askerlik tecilimi yaptırmak için konsolosluğa gitmem gerekiyordu. Bir sürü ıvır zıvır belgeyi topladıktan sonra, ofisten sessiz adımlarla süzülerek, Prag'ın hiç bilmediğim (zaten sanırım evimin sokağı dışında hiç bir yeri bilmiyorum) bir yerine doğru yöneldim. Müzik dinleye dinlye metro, tramway modeliyle bir süre yolculuk ettim.

Bir noktadan sonra, çok uzun bir zamandan beri ilk defa, kendimi yabancı bir yere gelmiş gibi hissettim. Bahçeli, çok güzel tek katlı evleri, tepelere tırmanan yokuşları, parkları gördükten sonra, bir anda 15 yaşıma döndüm. Tek başıma Almanya'ya gitmiştim bir aylığına. Çok cesur hissetmiştim kendimi. Her yer yabancı, herkes yabancı, tek başımayım, ve her şeyden ben sorumluyum. Her şey çok gizemli, sürpriz kutuları gibi gelmişti bir ay boyunca. Sanki yıllarca kafesde yaşamış ve şans eseri dışarıya çıkmış birisi gibi (diyorum ama bu nasıl bir benzetme kardeşim ya, kuş falan de bari, gerçek hayata adapte et, renklendir biraz).

Bir anda kendimi 15 yaşında Almanya'daki gibi hissedince inanılmaz bir mutluluk bastırdı. Gene cesur hissettim kendimi, gene sürprizlerle çevrili gibi. Sallana sallana indim yokuştan aşağıya. Sonra hop, gire gire Türk Konsolosluğuna girdim. Bir anda gitti tüm cesaret, hayal, özgürlük duyguları. Karşımda Osman amca, yanında Ayşe teyze, çay bardakları, Türkiye posterleri. Aha dedim, geldik bizim mahalleye.

İşlerimi halletim, çoluğa çocuğa selamlarımı gönderdim, helalleştim, çıktım tekrar dışarıya. Gene aynı duygu. Bir süre daha gitti böyle. Sonra şehrin merkezine, karmaşanın ortasına döndüm, gitti tüm şevkim heyecanım tekrar.

Bu konuda ne yapmam lazım bilemiyorum okuyucu (konunun ne olduğunu ben bile bilmiyorum o yüzden, ne konuda ne yapıcaktı ki falan gibi sorularla zorlamayın kendinizi, yazıverdim o cümleyi, kaldı.)

29 Ağustos 2007

Rebuild of Evangelion

Gene sabahın bir saatinde ofisde durduğum yerde zıplamaya başladım. Gene dediysem bunu saat başı falan yapıyor değilim, yapıyor olsam bile size söylemem. Sonra hakkımda çok enteresan görüşleriniz oluşmaya başlar, bunlar birikir kocaman olurlar, arkadamdan dedikodular yaparsınız, altın günlerinde oturup sadece beni çekiştirmeye başlarsınız, benim devamlı kulaklarım çınlar, hapşurmaya başlarım, hayat çekilmez olur, işe gidemem, param kalmaz, durduğum yerde zıplarım gün boyu.

Saat başı durduğum yerde zıpladığım falan yok okur, çıkar bu fikirleri kafandan.

Diyeceğim şudur ki, Evangelion serisinin orijinal yapımcıları, seriyi 4 film halinde yeniden yapıyorlar, ve bu 2008 yılı başı itibariyle sinemalarda gösterilmeye başlanıcak. Aslında 3 film ve bir son, 3. film ile son aynı anda gösterilecek, ve hepsinin 2008 senesi içinde gösterilmesi planlanıyor. Ben fragmanı izledikten sonra zıplayıp durmaya başladım, aslında baştan söylemek istediğim buydu, sonra işte böyle konu oraya buraya gidiyor falan, yanlış şeyler bunlar.

17 Ağustos 2007

Memleket Yemekleri

Vatan topraklarına döneli 1 hafta oldu olacak (tam oluyor sonra hop vazgeçiyor, sonra gene bir kararsız olucak gibi sonra hop 1 gün geriye atlıyor, ama niyetli olucak, seziyorum). Sanki yıllar geldi geçti, sürüldüm yabancı topraklara, vatan hasretiyle yandım tutuştum, yıllar sonra bir fırsat buldum döndüm buralara, altı üstü kıçı kırık 3 ay oldu, olsun hayatı dolu dolu yoğun duygularla yaşamak lazım.

Kendimi bildim bileli (başka neleri biliyorum tam emin değilim) yemek konusunda son derece problemsiz olmuşumdur, bunda en büyük etkenin küçükken karnı yarığı yememekte inat ettikten sonra babamın masadan kalkmamı yasaklaması olduğuna inanıyorum, zira 3 saat sonunda gözü yaşlı bir şekilde (ki bu tamamen karnıyarık ile aramda o 3 saatte duygusal şeyler olmasından dolayı idir) karnıyarığı lüp diye yuttuktan sonra, ulan ben malmıyım niye yemiyorum bunu demiştim, ve şu anda en sevdiğim organik tabanlı maddeler içerisinde patlıcan tepelerde yeralmakta.

Açıkçası durum gerektirirse kendimi hep oturduğum masayı bile yiyebilecek bir kişi olarak görmekteyim (boş konuşmuyorum orda aranızda söylenenler var görüyorum, yedim ulan, evet bir gün masamı yedim, biliyorum da konuşuyorum, demir iskeleti kaldı geride bir tek).

İstanbul'a gelirken annem tüm anaçlığı ile tabi ki bana yemek için neler istediğimi sordu, benim ise aklımda en ufak bir şey olmadığı için, anne hiç önemi yok diye cevap verdim, bu şekilde kendimi tüm ev yemeklerinden de yoksun kılmış oldum, ve hatta şimdi düşününce evde hiç yemek yemedim geleli. Ama geldiğimden beri, midye dolma yedim, kızılkaya hamburgeri, döner dürümü yedim, çeşit çeşit kebap, içli köfte, çiğ köfte yedim, onlarca çeşit meze yedim. Ama aldığım haz 6 ay önce yerken aldığımdan farklı olmadı. Ta ki dün akşam evde otururken annemin tüm ev yemeği yapma ısrarlarına rağmen, dominos pizzayı arayana kadar.

Büyük boy, dubleks cheddar peynirli extravaganza pizzayı adamın elinden sökerek aldıktan sonra koşarak mutfak masasına bıraktım, adam hala kapıda parasını almayı bekliyor olabilir bu andan sonra kendisine hiç ilgi göstermedim. Annem bardaklara kola doldururken ben yavaş hareketlerle kutunun kapağını sanki undermountain zindanlarında bir define sandığı açıyormuşcasına kaldırdım. Daha sonra olan ise, T anı ile T+1 anı arasında, kutudaki dilim sayısının bir azalması oldu. Annemin korku dolu bakışları altında, transformers filmindekine taş çıkartıcak bir ağız dönüşümü ile dilimi ağzıma tıkmışım, ben mutluluktan sadece tünelin sonundaki ışığı gördüğüm için o an hakkında pek bir anım yok.

-Murat??
-Nolduwmmghh anneeciimghhh gnam gnam uhmmm, kolammm nerdehummghhh nam.
-...
-Roarrrrrrrr
-Oğlum dur gözüne sokuyorsun dilimi...

Memleketimin güzel yemekleri içerisinde döndüğüm zaman aklımda kalan ve en özlediğim korkarım ki dominos pizza olacak. Ama güzeldi be, umarım annemde aradan bir iki dilim kurtarmayı başarmıştır.

The Melancholy of Suzumiya Haruhi v.2.0

Wöeaaaaa, wohoooo, oolleahaaaaaaaaaaa, wooooo..
Suzumiya Haruhi'nin ikinci sezonu yapılacakmış, bu şu anda uzun zamandır duyduğum en güzel haber (bazılarının, böylesine bir habere bu kadar sevindiğime göre, oldukça heyecansız bir hayatım olduğunu düşündüğünü tahmin ediyorum, size bir şey derim şimdi ama neyse...). Yayınlanma tarihi dahil en ufak bir bilgi yok ama olsun, sırf haberi bile beni mutlu etmeye yetti, ben şimdi oturup ilk seriyi 15 kere izlerim bu keyifle.

Konu hakkında minimal bir merakınız dahi var ise buradan seri hakkında biraz bilgi alabilirsiniz:
The Melancholy of Suzumiya Haruhi İnceleme

08 Ağustos 2007

Tarihi Kent

Bu sabah gene uyuyamadığım bir gece ertesinde, salak saçma bir saatte kalkarak, duş, traş, minimalist tostcuk aksiyonlarının ardından işe doğru yöneldim. Aslında işe doğru yönelmedim, zira beni işe götüren tramvayın güzide durağı zıt yönde, bu yüzden aslında durağa yönelmiş oluyorum, ama niyetim işe doğru, bu sebeple bunu göz ardı edebiliriz, yani aslında niyetim de işe doğru değil, manyak mıyım, niyetim de aslında geri evime doğru, ya da ne biliyim hemen yakındaki parka ya da beer garden'a, ne gereği var işe gitmenin... evet işte, işe doğru yöneldim sonuçta.

Dokuz numaralı tram uzakdan yaklaşırken (aslında sadece 100 metre ötedeki köşeyi dönerek geliyor, yani benim en uzak kavramım 100 metre burada), ben de her sabah olduğu gibi zaman çizelgesini inceleyen turistleri inceliyordum, bazen çok güzel turistler oluyor.

Tram kapısı açıldığında son derece kibar doğam gereği, inen insanlara yol verdikten sonra kendimi içeriye doğru attım, attım ve nerdeyse gözüme bir kaç parça tüy giriyordu. Ama girmedi. Olay sonrasında ani bir zoom out yaparak, noluyoruz ulan ünlemimi ağzımdan dışarı salmadan duruma hakim olmak istedim. Gerçekten de tüyler vardı tam suratımın önünde, tüy sonuçta neden heyecanlanıyorsun anlamadım. Sonra anladım gerçi. Tüyler bilumum tahta okların sırtında durmaktaydılar. Bunu kabullendikten sonra önüme döndüm, tavandaki demirlerden birisine tutundum ve tram'in kalkmasını beklemeye başladım.

Kısa bir süre sonra, herhangi bir ortaçağ bilgisayar oyununda olmadığım dank edince, kafamı hiç ilgilenmiyormuş edası ile sağa doğru çevirdim. Hiç başarılı olamadım zira yaklaşık 1 dakika kadar kafamı geri çeviremedim. Evet o tüyler gerçekten de tahtadan okların sırtında durmaktaydılar. Pardon sırtınızda oklar duruyor demek isterken, susakalan insanlar gibi ben de, hemen bu isteğin ardından, kişinin elinde tuttuğu yaya odaklandım. Şimdi tabi aslında yayı olmayan bir insanın bir sürü ok taşıması hiç anlamlı olmayabilir.

Bu er kişinin en güzel yönü ise, bu enteresan objeleri, onun bunun işe giderken sırt çantasını, dizüstü bilgisayarını taşıması gibi taşıyor olmasıydı. Son derece rahat bir şekilde, tek eli yayında, tek eli tram'in demirlerinde, sırtında okları ile. Sonradan ufak ufak açıldıkça farkettiğim ise, yayın tamamen basit bir şekilde el yapması olmasıydı. Oklarda pro oklar gibi değildi, daha çok çakı ile düzleştirilmiş ufak tahtalara, şanssız bir güvercinin sürtülmesi ile oluşturulmuş bir hali vardı. Okların durduğu çanta deriden, el dikişi ile tutturulmuştu. Üzerindede maksimum sadece yeşil bir t-shirt ve pantolon vardı (evet evet bariz ranger ya da druid).

Onun doğallığı karşılığında neredeyse dönüp, "pardon kardeş savaş hangi duraktaydı? ben buralarda yeniyim de" diyecektim, demedim, desem de anlamayabilirdi çeklerle iletişim konusunda problemlerim var. Ben de sustum onun yerine, ofisimin durağına gelmiştik bile zaten. Prag gerçekten de tarihi bir kent ya dedim kendi kendime. Sonra sıkıcı bir iş gününe başlamak için ofisime yöneldim. (bu noktada doğru oluyor evt, duraktan inince hemen karşımda görebiliyorum ofis durağımı, doğrusal anlamda doğru, düşünün o derece doğru yani)

Nightmare

Bu aralar tekrar kafayı taktığım yeni bir capon grup var. Anime izleyenler için, grubun caponya dışında en çok bilinen çalışmaları Death Note'un birinci açılış ve bitiş müzikleri.

Çocuklar çok güzel, bir sürü albüm çıkarmışlar, hepsi okumuş, iş sahibi, tadından yenmezler. Grubu bulup psikopat gibi dinlemek istememin asıl sebebi daha çok Claymore'un girişindeki şarkıyı dinledikten sonraydı, sonra dinlerken, ya bu çocuklar biraz tanıdık geliyor sanki derken, web sayfasının öküz gibi gözüme death note referanslarını da sokması sonucu öğrendim.

Bir sürü albüm, single, video yapmışlar. Özellikle çocukların üzerinden stil akıyor. Muhteşem kıyafetler, makyajlar, tavırlar, artı güzel çalıyor olmaları (evet hastayım ulan).

Özellikle son iki gün içerisinde 8.94 milyon kere üst üste dinlediğim şarkılarının klibini buraya koymak istiyorum, koydum.


Bu şarkıyı sevmemiş iseniz, zaten yazının devamını okumayın, ama zaten yazının devamı da olmayacak hihohohohaha hha ha ha, hmmmm.

Tamam olsun, bir de Death Note açılış şarkısı the World'un klibi: