28 Mart 2007

there's no place like home

10 gün oldu hiç bir şey yazmamışım, bu aralar kafam güzel biraz.

Sanırım mayıs sonunda Prag'a taşınıyorum (sanırımlık bir durum kalmadı aslında, ama Murphy bu güven olmaz). Buradan önce size "Fair Enough" başlıklı postumu hatırlatmak istiyorum okurlar. Demiştim ben, bir fair enough'a pabuç bırakımıyim ulean ben diye, evt iş teklif ettiler bende ok dedim, çok basit oldu.

Şimdi çalışma iznimin gelmesini bekliyorum, sonra vize, sonra uçak, sonra Prag...

Valla lan, şaka falan değil, gidiyorum galiba, aylardır iki haftada bir lokasyon ve fikir değiştirip durduktan sonra. Şaka olmadığı kesin, kimse gülmüyor zaten çevremdeki.

31 yaşıma girdiğimde zengin olmuş olucam ve dünyayı ele geçirmeye başlıycam demiştim lise 1'de. şaka maka niyetliyim be okur, bu da bu kustal amaç uğrunda bir adım olsa gerek (dünyayı ele geçirirsem blog okurlarıma vip statüsü vericem, hadi gene iyisiniz keratalar).

Konu hakkında uzun uzun bir şeyler yazıcam umarım yakında, öncesinde konu hakkında uzun uzun düşüncelerimin olması gerekiyor, her neden ise kafam bomboş.

16 Mart 2007

St Patrick's Day ve Burcu'nun doğumgünü

Mart ayına yaklaşırken gözler takvime dikilmişti. (ahaha nasıl yalan, takvim yokki benim evde, neyse windows'un takvimi ile idare edicez, almak lazımdı aslında evede bir tane takvim, neyse). Evet 17 Mart, hem de cumartesi günü, Burcu'nun doğumgününü kutlayacaktık, ama bunun yanında ayrıca St. Patrick's day'ide kutlayacaktık (kutlayacaktım, orada ki kimsenin haberi olduğunu var saymasamda) (ayrıca aslında St Patrick's Day için bir yazı yazmaya niyetlenmişken o gün Burcu'nun doğumgününü kutlamaya gittiğimizi hatırlayarak bir an utandım ve başlığı değiştirdim. Şimdi bunu söyledikten sonra değiştirmemin bir anlamı kaldı mı? kaldı okuyucu sen devam et boşver).

Yeşil bir bere bulmam lazım. Yeşil t-shirt, yeşil bir hırkam da var. Önemli olan doğumgünü sonrasında bir de St Patrick's day partisine davet edilmiş olmam, ki enteresan bir şekilde bir buçuk aydır msn'de millete St Patrick's Day (copy/paste yok, her seferinde inatla yazıyorum) espirileri yapıyordum, bu aralar Boondock Saints falan da izlemedim, olucağı varmış demek ki. Özellikle irlanda Microsoft ile de iş görüşmesi yapıktan sonra oldukça fantastik hikayeler anlatmaya başlamıştım, olmadı ama (hem de nasıl olmadı, görüşme sırasında resmen tecavüze uğradım (özür dilerim 4-6 yaş arası okuyucu kitlem)), neyse konu dağılıyor rezilliğimi daha dışarı vurmanın anlamı yok.

Everyone wants to be Irish on St Patrick's Day my friend.

O güne özel şarkılardan yeterince eğlenceli bir şey bulamadığım için, saatlerdir, İskoç yeni yıl şarkısı dinliyorum. Bu şarkım cumartesi günü dışarı çıkıp hangi amaçla olursa olsun içicek gençlik için.

for auld lang syne my dear
for auld lang syne
we'll take a cup of kindness yet
for the sake of auld lang syne

let's have a drink or maybe two
or maybe three or four
or five or six or seven or eight
or maybe even more

for auld lang syne my dear
for auld lang syne
we'll take a cup of kindness yet
for the sake of auld lang syne

when it gets to closing time
and if you still want more
i know a pub in iverness
that never shuts its door.

Ayrıca St. Patrick's day için Chicago nehrini fosforlu boya ile yeşile boyayan insanlara bir şey demek istiyorum, ama bulamadım ne diyeceğimi...

13 Mart 2007

Geçmişe Saygı

Weezer - In The Garage

I've got a Dungeon Master's Guide
I've got a 12-sided die
I've got Kitty Pryde
And Nightcrawler too
Waiting there for me
Yes I do, I do

xxxHolic

Efendim şimdi xxxHolic aslında bir süredir zaten var olan bir Manga. Hatta ve hatta kendisi bizim güzide şehrimiz Istanbul'da bile seçkin kitapevlerinde (nasıl nefret ettim bu sözden bir anda) bulunabiliyor (Robinson Cruseo'da ben iki cildini terbiyesizce oturup okudum evt). Clamp daha sonradan 2005 senesinde bir filmini yayınlamış. Ve nihayet 2006 senesinde de 24 bölümlük bir seri haline getirilmiş.

xxxHolic'de konu en temel haliyle Yuuko ve Watanuki Kimihiro adlı iki kişinin çevresinde dönüyor. Watanuki gördüğü ruhlar tarafından rahatsız edilen ve hayatı işkence haline gelen, ben diyim 16 siz diyin 15 yaşında (anne sen de 14 de), anime'de oynama yaşı gelmiş çatmış bir capon lise öğrencisi. Bir gün (bu bir gün anime'nin ilk bölümüne denk geliyor tabi), yolda gene bunlardan kaçarken kendisini şehrin ortasında muhteşem oryantal tasarımlı bir klubede buluyor. Kapılar açılıyor, ve koltukta tüm güzelliği ve seksapeliyle yatan Yuuko gencimizi selamlıyor. "Hiç bir şey rastlantı değildir, her şeyin bir amacı ve sebebi vardır, buraya geldiysen bunu istediğin için gelmişsindir" diyerek daha 5. dakikadan gencimizin beynini ambale ediyor.

Yuuko istenilen dilekleri gerçek yapan bir cadı (cadı denildiğinde nedense insanın kafasında çirkin bir görünüm beliriyor, alakası yok tabi, Yuuko'nun köpeği oluruz, canım ya). Hikaye Watanuki'nin Yuuko'nun yanında yarım zamanlı hizmetçi olarak işe başlaması ile birlikte gelişiyor.

Eski dedektiflik hikayeleri gibi, her bölümünde Watanuki'nin ya da gelen bir müşterinin başına gelenler çözülmeye çalışıyor. Bazen eski Japon efsanelerinde bahsi geçen konular açığa çıkartılıyor, bazen hayalat hikayeleri irdeleniyor. Her bölümde yaklaşık olarak dersvari bir şey vermeye çalıssa da bunu "Olacak O Kadar" modunda yapmadığı için göze batmıyor.

İzlemeye başlayınca ilk dikkat çeken çizimleri. Sıradan insan anatomisine sadık kalmak gibi bir niyetleri olmadığını ilk saniyede anlıyorsunuz. Burada herşey ince ve uzun. Ve her şey bir o kadar renkli. Tamam Watanuki normal bir öğrenci. Ama esas her bölümde Yuuko'yu görebilmek için can atıyor insan. Her bölümde giyilen muhteşem renkli ve egzantrik kıyafetler, kimonolar, ve aksesuarlar insanı deli ediyor. Şimdi farketmiş iseniz anlatım yavaş yavaş Yuuko üzerine dönmeye başlıyor ey okuyucu. Yuuko her bölümde giydiği zaman zaman şuh, muhteşem kıyafetler içinde, hiç bir şey umurunda olmayan havasıyla, özellikle de "Watanukiiiiii, Sakeeeeeeeeeeeeee" diyerek gözlerinin altı kızarmış haliyle bağırdığı zaman, ekrana girip mıncıklamak istiyorsunuz. Her zaman bu halinden bir anda çıkıp karizmatik ve güçlü karakter olmasını da biliyor tabi.

Ayrıca tv serisi içerisinde hikayelerine pek değinilmeyen, ama ister istemez hemen dikkatinizi çeken, Yuuko'nun dükkanında çalışan iki ufak kız var. Bunlar tamamen tasarım harikası. Kıyafetleri, saçları, konuşmaları, etrafta koşturmaları, insan aptal oluyor gördükçe, nasıl bu kadar şeker olabilirler diye. Bunları ben birebir istettim, evde besliycem artık, hemen Osman'ın yanında.

Sonuç olarak xxxHolic, oldukça neşeli bir anime. Ama sonunda hikaye sonuçlanmadığı ve bir çok açık nokta kaldığı için, yakın zamanda ikinci sezonu geleceğine inanıyorum. Bir bonus olarakta, bahsettiğim o iki küçük kızın, bir bölüm bitişindeki ufak bir kliplerini veriyorum size ey okuyucular (Anime içindeki çizimleri daha farklı).



Ve buyrun bunlarda renk cümbüşü ile kastettiklerimi daha iyi anlatabilmek amacıyla sizin için birebir markete gidip elcağızlarımla seçtiğim resimler.



08 Mart 2007

Sevgili Osman

Hayatımda gözardı edemeyeceğim bir yere sahip olan Osman için özel bir yazı yazmak istedim. Aslında kendisi, gelip üzerime oturup, yazana kadar da kalkmam diye tehdit ettiği için şu anda bu yazıyı yazıyorum, Osman ise elinde türbişon ile tehditkarvari bir şekilde başımda bekliyor.

Şimdi Osman bir ayı, ama ayı deyip geçmemek gerekiyor. Sadece ayı dediğiniz zaman kendisi agresif tavırlar içerisinde üzerinize yürüyor, zira sırf bu yüzden ona isim koyduk.

Aslında çok önceleri nexum ofiste onla bunla dalga geçerken, gelen bir Alman stajer arkadaşımız ile dalga geçmek istediğimizde, her adını söylediğimizde dönüp bize baktığı için, ben zaman içinde ona farketmesin diye Osman demeye başlamıştım. Osman gel Osman git derken, sonra sonra gel zaman git zaman tanımlayamadığımız her şeye Osman demeye başladım, nexum ahalisinde bu fikri benimseyince birden ortalıkta her abudik şeye Osman diyen bir insan grubu oluştu.

-Ya oğlum bi grup vardı hani dıbıdıbı yapan, neydi?
*Osman?

-Abi bu proje zor gibi biraz, kim altından kalkar?
*Osman?

-Kim aldı lan benim kulaklıklarımı?
*Osman???
-Hadi len...

Sonra bu güzide Nexum ahalisi, doğumgünümde bana bir Osman aldılar. Bildiğimiz ayı Osman. Kutusundan çıkar çıkmaz zaten, "aaaa Osman" dememle birlikte adı Osman kaldı bizim Osman'ın. Şimdi Osman ile güzel zamanlarımdan bir iki kesiti paylaşmak istiyorum sizinle ey okurlar.

Biricik Osman'ın hayatından sahneler

Ofis, the early times...
(zaman zaman işten kaçmak için Osman'ı yerime bırakıyordum, enteresandır kimse farketmiyordu)

Osman çalışıyormuş gibi görünüyor. Hayır baya da kilitlenmiş ekrana, kafası karışık çocuğun.

Osman iş sıkıntısından kendisini starbuck kahvesine vermiş, ancak öyle konsantre olabiliyor beyim.

Baktı o da olmayınca, Osman kendisini müziğe veriyor, pis metalci Osman seni.

Osman ile çok güzel bir baba oğul ilişkimiz var. Bazen onu lunaparka falan götürüyorum gezmeye. Hayır bu kadar şapşal pozlar verirken, hemen arkamda IT müdürümüzün bizi hiç sallamayan havasına da hayran kalmıştım.

Ben,Ersin,Osman: "Abi, ayı var hazır hadi foto çekelim ehi ehi"
Cudi (müdür) düşünce balonu: "maaş revizyon zamanı da yaklaşıyordu di mi ya..."

Osman ile ev hayatı...

Osman Xbox oynarken. Her SoulCalibur oynadığımızda beni yeniyor olmasını hala tam anlamış değilim. Bir ayının ruh hali olsa gerek. Hayvanın parmakları da yok, o tuşlara nasıl basıyor bunu da tam çözebilmiş değilim, ama hayat mucizelerle dolu.

Osman sabah yatağımızda mışıl mışıl uyurken...hmmm, düşündümde bu resim hakkında yorum yapmak istemiyorum.

Yazımı tamamlarken Osman da tirbüşonu kafamdan çekerek, agresif tavırlarına son verdiğini bildirmiş bulunuyor, bir duş alıp yatıcakmış. Eh hadi bakalım.

01 Mart 2007

Yakitate

Evet sayın okur, bu haftaki anime incelememizde oldukça sıradışı bir anime ile çıkıyorum karşına (ne tarafına çıkıcam bilemedim okur). Yakitate, gene konsept bir anime. Konusu da hayatta derdini tasasını unutan bir gencimizin, Japonya'nın kendi adı ile bir ekmeği yok, neyimiz eksik diyerek, Japonya'ya özgü bir ekmek yapmak için yola çıkması gibi enteresan bir konu.

Şimdi daha ilk bölümden itibaren zaten garip bir anime olduğunu farkediyor insan. Tüm anime sadece ekmek çeşitleri üzerine kurulu. Ama öyle bizim kültürümüzdeki gibi bakkaldan alınan tek tip ekmek değil (aslında pastahanede poğaça çeşitlerinde bir artış farketmiyor değilim son zamanlarda). Her bölümde gerek zevkü sefa amaçlı, gerek yarışmada başarılı olmak için, birkaç farklı ekmek tipinin nasıl yapıldığı anlatılıyor.

İnsan ilk duyduğu zaman, aslında içten bir şekilde "ulan böyle anime'mi olur" diyor, (sen de dedin okur üst paragrafı okurken farkediyorum burdan). Ekmek ekmek nereye kadar. Ama öyle olsa buraya yazıyor olmazdım değil mi okur, sende hemen kanıyorsun bak. Bir kere Yakitate feci komik. Sadece salak espiriler değil, muhteşem kelime oyunları, surat ifadeleri ve özellikle ana karakterin yaptığı her ekmeği tadarken, karakterlerin zevkten kendinden geçişleri sırasında çizilen geçiş animasyonları.

Yarışma sırasında ana karakterimiz Azuma Kazuma'nın yaptığı Croissant'ı tadan direktörün, kendisini aya inerken görmesi, ve astronot kıyafeti içerisinde, elinde tuttuğu croissant ile poz verirken, "bu benim için küçük ama ekmek endüstrisi için büyük bir croissant" gibi bir cümle kurması, ya da daha önceden croissant yememiş olan Azuma'nın adı ilk geçince, " Kurowa-san kim?" gibi izlerken, "abi bu çok saçma, ama ben niye gülüyorum o zaman" gibi şeyler demenize sebep olan bir çok sahne var.

İkincisi ise biraz problematik bir özellik. Yakitate izlerken düzenli olarak acıktırıyor. 24 dakikalık bir bölümün yarısının ekmek yapmak, bunları tatmak ve ne kadar güzel oldukları üzerine konuşmak olduğunu düşününce sanırım çok saçma değil. Ama öyle böyle acıkmıyor insan, bu sebeple sağlık açısından yemek yerken izlemenizi tavsiye ederim.

Örneğin en son anime seansımızda, akşam yemeklerimizi yedikten sonra, Yakitate izlemeye başladık. Akşam yemeği üzerine, altışar poğaça ve beşer cezerye yedik Batu ile. Burcu gene minimal tüketmeyi başardı. Ama Batu'nun bile, "abi, sanırım biraz fazla yedik değil mi?" demesi özellikle bir iç sorgulamaya zorladı bizi. Gerçi "az bile yaptık o adi poğaçalara" şeklinde bir sonuca ulaştık ama olsun önemli olan niyet.

Yakitate 69 bölüm hala bitiremedim, ama bitirene kadar 5 kilo alacağımı öngörüyorum. Kafanızı dağıtmak için eğlenceli bir şeyler arıyorsanız, mutlaka izleyin. Önünüzde yemek varken izleyin, ekrana çok yakından bakmayın, annenizin sözünden çıkmayın falan.

İstemiyorum sanki

Yazmak istemiyorum,
istemiyorum,
istemiyorum,
istemiyorum,
istemiyorum

Yazmak istemiyorum,

Ama şimdi yazmış bulundum, olmadı sanki, istiyor muyum yoksa?

O değil de dominos pizza ne güzel deee miieeeee?

24 Şubat 2007

Fair Enough

Ben ve sayısız mülakatlarım.

Artık iş görüşmelerine girmeyi hobi haline getirdim, çok yakında yaşam tarzım olucağından da korkmuyor değilim. Aslında korkmuyorum niye söylediysem bu lafı.

İnsanlar arıyorlar, bazen ben arıyorum, görüşmek ister misiniz diyorlar, hay hay diyorum, lafımı olur, bu ölümlü dünyada iki çift laf etmeden gitmek olur mu? sonra Barış Manço ne der buna, şarkı yapmaz mı bunun üzerine? "Bravo" diyor tabi telefondaki, o zaman bu saatte buluşalım.

Niye buluşuyoruz anlamadım, siz ofisde değil misiniz? Ben ofisinize falan gelsem, daha profesyonel olmaz mı diyorum hemen ardından. Hemen kıvırıyor tabi telefondaki, artık nasıl kötü niyeti varmış ise öncesinden. O zaman ofisimizde ağırlayalım sizi diyorlar. Üç gün iki gece, full konaklama, açık büfe yemek, all inclusive, sadece gecesi 200 euro (sadece gecemi 200 euro, yoksa gecesi 200 euro mu?). Avans olarak yazın diyorum haneme, işe girer isem maaştan kesersiniz.

Giyiyorum en şık takımımı (evt ulan bir tane takım elbisem var, vurmayın yüzüme), gidiyorum 15 dakika öncesinden belirtilen adrese. Erken gidiyorum çünkü öncesinden etrafı kolaçan ediyorum (kolaçan? nasıl saçma bir kelimeymiş bu da şimdi farkediyorum), çatılara yerleşmiş keskin nişancılar nerelerde, kaç tane hepsini not alıyorum, en kısa kaçış yolunu buluyorum kafamdan, görüşme kötü geçerse diye.

Sonra giriyorum görüşmeye, merhaba benim bir randevum vardı. "Randevu evi miyiz biz?" diyor sekreter her seferinde, diyorum hayır iş görüşmesi. Sonra görüşme başlıyor, önce soruyorlar "bir şey içer misiniz?" diye. Tabi diyorum, bir bardak sade kahve, yanına bir bardak Baileys eğer var ise. Yok ise Bacardi Cola. Mümkün mertebe öğle saatlerine alıyorum görüşmeleri ki, belki biri çıkarda "öğlen yemeğinide bizim ofiste yer misiniz?" şeklinde sorar diye (kimse sormadı daha, Türkiye ekonomisi kötüye gidiyor).

Kahvemi içiyorum, yeni insanlarla tanışıyorum, bir muhabbetler bir muhabbetler. Sonra eve gidip bir sonraki görüşmeyi planlamaya başlıyorum. Ama sanırım bir noktaya kadar kaçabileceğim, eninde sonunda bir firma ben içeri girince kapıyı kilitleyecek arkamdan, dönücem, "ne demek oluyor bu?" şeklinde karizmatik bir soru yönelteceğim, "buraya kadarmış Murat bey" diyecekler, "görüşmeye gerek yok bundan sonra bizde çalışıyor olacaksınız". Has... diyeceğim ben de karizmatik ses tonumu kaybedip. Oturtacaklar bir sandalyeye bir kübik ortasında duran bir masanın başında. "Buyrun bunlar ilk teknik dökümanlar, bunlar bug raporları, müşteri listesi, kolay gelsin..."

İki damla gözyaşı akacak gözlerimden aşağıya (başka nerden akacak zaten, nasıl saçma betimleme). Sonra cuma gelsin Taksim'e çıkayım diye bekleyeceğim, ay sonu gelsin de maaşlar yatsın.

Diyorum ama şimdi bu yazının bu noktaya kadar, başlık ile hiç bir alakası olmadı be okur. Çok mutsuzum be okur, bana sevgili bul allahsız okur.

En son yurtdışındaki bir firma ile bir telefon görüşmesi yaptım. Sordukları teknik soruları cevaplarken, işte kullanmama rağmen hatırlamadığım bir soru denk geldi. Bir süre telefonda böleydi şöyleydi derken, beynimde o konunun olması gereken yerde kocaman bir beyaz ışık kütlesi (boşluk demek oluyor bu) olduğunu farkedince, ben de tutamadım kendimi. "Açıkçası ben bunu şu işleri yaparken koda gömdüm, kullandım, ama ne amaçla kullandım şu anda en ufak fikrim yok" dedim. Karşımdaki adam hafiften bir güldü, sonrada "fair enough" dedi. Çok güldüm bende sonra bu söz üzerine. Nasıl kıvrak bir söz, hem olmadı ama olsun gibi, hem gider ya gibi bir söz. (görüşme muhteşem geçti o ayrı, bir "fair enough"'a pabuç bırakır mıyım ben be, peh...)

Bundan sonra hadi hadi yerine fair enough diyeceğim karşımdakilere, gider gider, şimdilik kabul ettim say, öbdüm gıdıdanda hatta, dermiş gibi.

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=fair+enough

16 Şubat 2007

Naruto Shippuuden

Narutooooooooooooooooooooooooooooooooooooooo...

Naruto part 2'nun ilk bölümü dün televizyonda gösterildi (herhalde kanal d, atv'de falan gösterilmedi, capon televizyonlarında gösterildi). Serinin yeni adı Naruto Shippuuden. İlk iki bölümü aynı anda gösterdiler, daha izleyemedim ama manga'da son bölüme kadar okumuş biri olarak inanılmaz eğlenceli olacağını umuyorum. Gelsin naruto bölümleri, dublex hamur dominos pizzalar, efes darklar. Hemen burdan bir iki eğlencelik verelim. Önce yeni serinin ilk açılış klibi:



Hemen ardından da yazın gelecek olan yeni Naruto filminin fragmanı:

geçmiş zaman olur ki v.0.02

Evet sayın okur, geçmiş zaman olurki'nin bu bölümünde, 2001 yılına dönüyoruz. Üniversite 2 zamanları amaçsız bir anımda yazılan bir yazı.

Alkole Övgü

Her şey çocukluğumda başladı. Aynen başka birçok şeyin başladığı gibi. Aile dostlarıyla gidilen bir lokantada masumane bir akşam yemeğindeydik. Yanlış hatırlamıyorsam ki yanlış hatırlıyorum, 11 yaşındaydım. Her zamanki gibi içi yanan minik ben, önünde duran sürahinin boyutunun neden öyle ufak olduğunu sorgulamadan, ve içindekilerden habersizce bardağımı ağzına kadar doldurmuştum. Sonra içeceğim suyun ferahlığının hayaliyle ağzıma koccaman bir yudum alıp yuttum. Kolonyadan sonra, alkolle ikinci tanışmam böyle oldu. Mideme inen rakının acılığı, bana bakıp gülen yüzlerin arasında yerini önce kızarıklığa sonrada mayhoşluğa bıraktı. 2 dakika sonra ise saf saf gülmeye başlamıştım bile.

Sonraki yıllar sessizce geçti o saf gülüşün önderliğinde, lise yıllarına geldik ve abim bana, söylediği o özlü sözlerden en çok aklımda kalanını söyledi. "Murat, İstanbul Erkek'te liseye gelip çiçeğe içmeye gitmeyene adam denmez". Abimi kıramazdım . O yüzden orta 3 çiçek seferleri başladı. Önce bira patatesler, sonra artan bira sayıları, sonra şarap sefaları, sonrasında rakı sofraları derken, abime layık bir kardeş olmada önemli adımlar atmıştım. Artık her cuma, vakit buldukçada cumartesileri alkol günüydü.

İhtiyaç duyulduğundan değil, ama paylaşma isteğinden, nereye kadar içebilirim merakından, bunları karıştırınca ne olur suallerine cevap aramaktan.
Sonra üniversite geldi. Yurt odamıza ilk aldığımız bir kasa "in efes we trust" oldu. Yeni insanlarla tanışıldı universitede, en iyi zaman geçirme aracı olarak gene alkol kullanıldı. Artık insanlar birbirlerini, aldıkları alkole göre yargılamaya başlamışlardı. Biranın artık meyve suyu yerine geçtiği dönemlere gelinildi. Boşalan kutularla yerlere isimler, sonrasında cümleler yazılmaya başlandı. Bir dönem geldi, şeytana uyuldu, yarım yıl alkol alınmadı, sonra ise tünelin sonundaki ışık göründü tekrar tüm parlaklığıyla, bir arjantin bardağı şeklinde. Fişne şaraplarından başlayıp, efes dark'ın koyuluğunda hayatın anlamı, vodka da kolonyadan farklı yanları arandı. Komünlerin buluşmasını sağlayan, bu kadar çok kişinin muhabbet etmesine, saatleri yemesine, hayatlarına renk katmasına yardımcı olan bir şey nasıl kötü olarak nitelendirilebilirdiki? Ben de nitelendirmedim o yüzden.

-Bodur, abi bir şeyler yapalım?
-İçelim?
-E, onu kastetmiştim bende.

Her şey bir parça daha eğlence için değil mi? Bazı şeyleri unutmak, bazen kontrolünü kaybetmek, başın dönünce gülmek ve kafanı çevirip bir arkadaşını görmek saf saf gülen. Belki de yalnızlıktan korkmak, kalabalık içinde.
Obsesifmiyim? Sanırım evet. Ama kesinlikle alkolik değilim.
Evet, ben alkolik değilim.
Ben...
değilim...

13 Şubat 2007

Cuma Yorgunluğu

Cuma günü Hakan ve Özge ile Bronx dönüşü ki oraya neden gittiğimi bile bilmiyorum, istiklal caddesi'nden yukarıya doğru yürüyorduk. Bünyelerde yorgunluk yer eylemiş, mızmızlanmaya doğru sürüklüyordu bizi adeta (adettendir ve hatta). Sonra ben saatin 2~3 olduğunua bakar iken, yorgunluğun da vermiş olduğu huysuzlukla, ne olduğunu bilmediğim şeylere söylenmeye başlamak üzere iken, bir anda durdum, yüzümde bir ışık belirdi (sanırım yanından geçtiğimiz barlardan birisinin ışığıydı ama çok anlamlıydı), aydınlanma yaşadım, ve bağırdım: "oley be yarın cumartesi, iş yok, erken kalkmak yok..."

Okur, ben 8 aydır çalışmıyorum, ve 8 aydır bana iş zaten yok. Bu sözler ağzımdan çıktıktan sonra 5 saniye kadar bir duraklama evresine girdim. Beynim meşgul tonu verirken yavaş yavaş, yavaş yavaş dediğim lafın saçmalığı yüzüme vurmaya başladı. "ne işi lan, zaten iş yokki bana, eee niye sevindim ki, yaşlanıyoruz ya...".

Olsun gene de sonraki gün cumartesi idi, iş ve erken kalkmak yoktu, hiç bir sevinç boşa harcanmamalıdır okur, ben de gülümseyerek yoluma devam ettim.

08 Şubat 2007

Sasuke vs. Naruto

Biraz önce Naruto'nun son mangasını okudum, hem de ingilizce çevirisini bekleyemeden. Bir titreme sardı, önce evde kauçuk toplar gibi ordan oraya zıpladım, sonra dedim hastasın dur noluyo git otur yerine. Oturdum, ama duramadım, sonra mangadaki iki sayfalık resmi aldım buraya fıştırtınıvermek istedim bir anda. Bu bir an yaklaşık olarak 5 dakika falan sürdü tabi ama oldu. Narutosever kişilerin resmin üzerine tıklamasını tavsiye ediyorum pek tabi.


Bu bahaneyle haftaya Naruto'nun orijinal hikayeye dönüşünü de kutlamış olalım. Bir de Sasuke neden Naruto'dan daha karizmatik düzenli olarak, açalım artık çocuğun önünü ya.

07 Şubat 2007

Tütsü, nostalji kokusu

Grip olmuş bir şekilde, sabah 8 de uyanmış olmanın verdiği ızdırapla biricik notbukumun önünde otururken birden bire burnuma tütsü kokusu geldi. Böyle renkli renkli olanlarından masanın yanına koyup yakıp, yanışını izlerken koklayıp durduklarınızdan.

En son 96~97 yıllarında, evde bilgisayar başında, irc'de salak saçma geyikler yaparken (bi irc vardı ne oldu ona ya?), kahve çay yanında müzik dinleyip tütsü yakardım, niye bilmiyorum ama hayatımın bir dönemi öyle geçmiş. Hayır o 2-3 aylık dönem sonrasında bir daha da yakmadım.

Şimdi o koku gelince burnuma 15 yaşına döndüm bir anda, o zaman dinlediğim müzikler, o zaman yaptığım muhabbetler, hayatım, vesaire.

Hayır o değil de, evde bir şey mi yanıyor acaba, nerden geldi şimdi bu koku...

05 Şubat 2007

Eureka Seven

Okur gözlerim doldu, yazıcam dememin üzerinden 213 gün geçmesine gerek kalmadan bir anime kritiği yazıyorum (yalan gözlerim falan dolmadı, ama burnum akıyor her ne kadar alakası yok gibi de görünse de, gerçi onu da göremiyosun). Eureka Seven yaklaşık 2 ay önce izleyip bitirdiğim 50 bölümlük bir seri. Özünde baktığınız zaman, biraz Evangelion, biraz RahXephon kopyası gibi duruyor. Ama ön yargı ile yaklaşmadan izlemek lazım, zira bu bahsettiğim serilerin üzerine düzgün mecha serisi yapmak hayli zor. Hikaye gelecekte geçiyor, gene değişime uğramış bir dünya var, gene insanların yabancı varlıklara karşı savaşmak için kullanmaya başladıkları mechalar var ve hikaye bu çatışma üzerine kurulu gibi gibi gelişiyor demek istiyorum ama tam olarak öyle değil.

Eureka Seven bir konsept serisi, yani bir tarz üzerine kurulmuş, aynen airgear'da ki roller blade ve uçma duygusu gibi, buradada dünyada atmosferde geçmişte olmuş bir kazadan sonra oluşan ışık parçacıkları üzerinde, insanların modern sörf tahtaları kullanarak uçmaları konu alınıyor. Çevrede bunu spor olarak yapan insanların yanında, mechalarda bu şekilde havada devasa sörf tahtaları üzerinde ilerliyorlar ve hatta savaşıyorlar, ve seri sırasında sık sık, savaş ve çatışmaların ortasında aslında insanların sadece bu özgürlük duygusunu korumak için belli şeylere göğüs gerdikleri tarzı güzel atmasyon mesajlar veriliyor.

Eee peki nesi güzel bunun? Bir kere çizimleri çok çok güzel, uzun bir süreden beri keskin hatlar ile çizilmiş olan animeler içerisinde en beğendiğim diyebilirim, mobil mecha tasarımları çok güzel, karakter tasarımları ve zaman zaman dialoglar çok güzel, hikayenin gelişiminin hiç sıkıcı bir havaya bürünmemesi güzel, iki ana karakter arasında ki aşk ve sevgi hikayesinin böyle allak bullak, cıvık bir hale getirilmeden aktarılması çok güzel (yar edermiyim sana Eureka'yı ey Renton, duy sesimi). İlk iki bölümünü izledikten sonra zaten, sonunu görmek istediğiniz bir anime olduğunu anlıyorsunuz.

Amma ve lakin, hikaye sonlarına doğru bir çok anime'de olduğu gibi bir duygu yoğunluğu altında, bir çok ipin ucu çok hızlıca bağlanmaya çalışılıyor. Öyle ki bitimine iki bölüm kala, kadim anime partneri Batu'ya dönerek, "abi ya, bu adamlar kesin bunun sonunu getiremeyecek bak, elimizde patlıycak" dememin ardından, ve Batu'nun da beni sıfır sallayarak, yüzünü bile çevirmeden "hı, hı" demesini takiben, son iki bölümüde izledikten sonra, "abi, bu kadar mı bitirilemez böyle bir anime ya" benzeri bir cümle kurmama sebep vermiştir kendisi. Batu gerçi gene beni sıfır sallayarak sadece "hı, hı" diyerek cevap vermiştir, ama kendisi bunun hemen ardından uyuduğu için kendisinin çoktan beyin shutdown prosesine girdiğini tahmin ediyorum.

Bu kadar mı bitirilemez dememe rağmen, sonu izlenmemesine sebep vermeyecek bir şekilde bitmiyor tabi ey okur, sadece daha güzel olabilirdi diye düşünmeden edememiştim ben, edemiyorum okur, tutamıyorum kendimi, tam 2 hafta bunu düşündüm her akşam yatakta.

Sonuç olarak, muhteşem zevk aldığım bir anime oldu kendisi, yüksek bir ihtimalle yakın bir gelecekte baştan sonra tekrar izleyecek kadar kendisinden haz aldım, bu yüzden fırsat bulursanız ve vaktiniz varsa mutlaka izleyin. (buraya gelip bu yazıyı okuyan kişilerin zaten fırsat ve vakitleri olduğunu tahmin ediyorum, kardeşim işiniz mi yok, gidin anime izleyin bari!).

Noluyoruz

Okur, farkettimki ben baya bir süredir anime ile ilgili bir şeyler yazmıyorum. Ama şimdi başka başka yazmak istediğim de bir sürü şey var, ama ben onlarıda yazmıyorum. Ben ne yazıyorum o zaman be? Bişi yazmıyorum doğru, bravo okur.

O zaman görev bilincimi güzelce ütülüyorum, üzerime giyiyorum, aynada şöyle bir kendime bakıyorum nasıl durdu diye, sonrasında oturup bir kaç anime yazısı yazıyorum.

Heyecanlanma okur gene Hentai yazısı yok. 4~6 yaşında olan okurları da göz önünde bulundurmam gerekiyor.

Ama bu görev bilinci biraz sıkı ya, çekmiş herhalde yıkayınca.

Üşengeçlik

I wanna eat
I wanna paint
I wanna run and have a drink
I wanna write and I wanna sing
but I am lazy goddamn it


Vay be, yıllar öncesinden pek bir farkım yok bakınca. Ne zaman yazmışım bunu acaba, ama konsept hala aynı.

29 Ocak 2007

Kayboluşun Başlangıcı

Gözlerini açtığında ilk farkettiği boyun ağrısıydı. Eliyle boynunu ovuşturdu ve yavaşça doğruldu yatağından. Bir otel odasında olduğunu farketti. Çok sade bir oda içinde, klimanın sesini duyuyordu sadece.

Yatağından çıktı, hemen önünde duran terlikleri giydi ve karşısında gördüğü pencerelere doğru ilerledi. Neden bu otel odasındaydı, günlerden neydi, hangi şehirdeydi, aklına hiç bir şey gelmiyordu. Yavaş yavaş aklındaki soruların sayısının artmasıyla içinde bir korku büyümeye başladı. Yıllardan neydi, hangi aydaydı, burada ne yapıyordu, son hatırladığı yurtdışına yerleşmek için işinden ayrıldığıydı. Ama sanki yüzyıllar geçmiş gibi geliyordu şimdi düşününce. Bir gün öncesini düşünmeye çalıştığında ise bir ağrı saplanıyordu beynine.

Perdeleri çekti iki yana ve pencereyi açtı. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu, ama ilk hissettiği şey ıslaklık yerine yüzüne çarpan sıcak hava olmuştu. Yoğun bir nem ile birlikte tanıdık duygular belirdi beyninde. Sokaklara, binalara, insanlara bakmaya başladı. Buraya daha önce gelmişti, uzak doğu, sıcak, nem.

Ani bir hareketle arkasını döndü ve odayı incelemeye başladı. Her şey çok düzgündü, ortalıkta yatağın yanında duran bir el çantasından başka hiç bir özel eşya görünmüyordu. Hemen çantaya uzandı, ve ters çevirip, içini yatağın üzerine boşalttı. Kalemler, kağıt parçaları, uçak bileti, pasaportlar. Pasaportlar! Son hatırladığı sadece tek pasaportu olduğuydu, ama elinde Türk pasaportunun yanında, birde Avustralya pasaportu duruyordu. Uçak biletini açtı hemen. 2 Eylül 2010 Perşembe günü Bangkoktan İstanbul'a direk uçuş. Dizlerinin titrediğini hissetti, yatağın yanında duran koltuğa yığıldı.

Burdan çıkması gerekiyordu, evi araması gerekiyordu. Telefonu açtı, ama telefondan çevir sesi gelmiyordu. Ayağa fırladı, yatağın üzerindeki herşeyi çantaya doldurdu. Dolaba doğru yöneldi. İçerde bir bavul ve takım elbise duruyordu. Ne zamandan beri takım elbise giyiyorum diye düşündü. Sonra elektrikler çarptı kafasında. Yavaş ve tedirgin adımlarla masanın üzerinde duran aynaya baktı. Karşısında yeni saç ve sakal traşı olmuş bir yüz duruyordu. Ellerini suratına götürdü ve yeni öğrenen bebekler gibi yabancılaşmış bu suratta gezdirmeye başladı. 4 sene diye mırıldandı. 4 sene, kaybolan 4 sene... ve bu kadar yıpranmışım.

Daha fazla vakit kaybedemezdi bu bilmediği dünyada. Hızla elbiselerini giydi. Bavulun içine bakmaya cesaret bile edememişti, iki çantayıda aldı ve hızla odadan dışarıya fırladı. Kapıdan çıkar çıkmaz, oda temizlikçisi gibi görünen bir adama çarptı. O hızla yoluna devam ederken, dengesini korumaya çalıştı. Arkasından bilmediği bir dilde sözcükler yakaladı, yürümeye devam ederken arkasını döndü bir kez daha bakmak için. Temizlikçi önünde havlu ve çamaşırların durduğu bir arabayı itiyordu. Beyninde bir ses dikkat et diye bağırmaya başladı. Tekrar önüne yürürken aklında temizlikçinin ıslak paçaları ve sarı saçları kaldı.

Asansöre doğru yöneliyorken, aniden yangın merdiveni kapısını tekmeledi, ve merdivenlerden aşağı koşmaya başladı. Neler olduğu hakkında en ufak fikri yoktu, ama artık bunun bir önemide yoktu. Merdivenlerden aşağı koştururken, yangın merdiveni kapısının tekrar açıldığını duydu. En alt kata indiğinde yavaşladı, kapıdan lobiye çıktı. Otelin çıkış kapısına doğru yönelirken, resepsiyonistin kendisine baktığını gördü. Hızla etrafına baktı, lobide oturan insanlar kendisini izliyorlardı sessizce, bir ikisi ellerinde cep telefonu ile konuşuyorlardı. Kapıya doğru yöneldiğinde, yakın masada oturan iri cüsseli birisi yerinden kalkıp kapının önünde durdu. Herşey artık çok saçma gelmeye başlamıştı, arkasını döndü, ve yangın merdiveninin kapısından çıkan temizlikçiyi gördü. "Özür dilerim Murat Bey" dedi temizlikçi. Sonra boynunda güçlü bir acı duydu. Bağırmak istedi, ama dizleri çözülürken sadece kendisine doğru yaklaşan yeri izlemekle yetindi.

Gözlerini açtığında ilk farkettiği boyun ağrısıydı. Eliyle boynunu ovuşturdu ve yavaşça doğruldu yatağından. Gece bu kadar çok içmemeliydim diye düşündü gülümseyerek. Veda partileri hep böyle mi olmak zorunda...Nihayet işlerini halletmişti, yurt dışı macerasını tamamlamıştı ve Türkiye'ye geri dönüyordu. Ailesini ve arkadaşlarını ne kadar özlediğini düşündü. İstiklal'de bir bira ne kadar çekici görünüyordu şimdi.

Yataktan çıktı ve perdeleri açtı, güzel bir gün olacak gibi görünüyordu. Yavaşça elbiselerini giydi, el çantasının içini kontrol etti. İki pasaportuda, uçak biletide, cüzdanıda yerindeydi. Son bir kez odasının içine baktı, bavulunu alıp otel odsından dışarıya çıktı. Kapıda bir temizlikçi ile karşılaştı, temizlikçi gülümseyerek başını eğdi. "Odayı toplayabilirsiniz, çıkıyorum zaten" dedi gülümseyerek, temizlikçi aynı gülümsemeyle karşılık verdi.

Otel kapısından dışarı çıkarken hemen önünde duran taksiye bindi. "Havaalanına lütfen" dedi bavulunu alan taksiciye. Temizlikçi kıyafetleri olan bir adam lobinin pencerelerinden taksinin gidişini izledi, lobideki diğer tüm müşterilerle birlikte. Telefonu eline aldı ve düzgün bir ingilizce ile konuşmaya başladı. "Tüm personel kayıtlarını silebilirsiniz. Hedefte düzensiz davranış yok, verilen anıları kabullendi".

Halt Mich

Lacrimosa 1 haftadır ruhumu titretti, nasıl bir ruh hali var bu adamın anlamadım.

Halt Mich

Aus schlaflos gelebtem Tagtraum erwacht
So bin ich der Sehnsucht Opfer
Aus kindgelebtem Vertrauen erwacht
So klaffen heute meine Wunden

Das Leben brennt mir von der Seele
Die Sehnsucht erfullt mir tapfer ihre Pflicht

Halt mich - mein Leben - halt mich!

Solange sich die Zeit noch regt
Die Zeiger sich noch drehen
Solange drehe auch ich noch meine Runden
Doch des Lebens süsse Lust hat mich verlassen

Das Leben brennt mir von der Seele
Die Sehnsucht erfullt mir tapfer ihre Pflicht

Halt mich - mein Leben - halt mich!

25 Ocak 2007

Alleine Zu Zweit

Am Ende der Wahrheit
Am Ende des Lichts
Am Ende der Liebe
Am Ende - da stehst Du

Nichts hat uberlebt
Wir haben schweigend uns schon lange getrennt
Und mit jedem Tag "Wir"
Wuchs die Lüge unserer Liebe
Und je weiter wir den Weg zusammen gingen
Desto weiter haben wir uns voneinander entfernt

Einsam - gemeinsam
Wir haben verlernt uns neu zu suchen
Die Gewohnheit vernebelt
Die Tragheit erstickt
Der Hochmut macht trunken
Und die Naehe treibt zur Flucht

Tanz - mein Leben - tanz
Tanz mit mir
Tanz mit mir noch einmal
In den puren Rausch der nackten Liebe

Çok sıradan, rastlanan bir durum bile olsa güzel anlatmış Lacrimosa.

22 Ocak 2007

Bleach - Back to Business, Naruto follows


Okur, ey okur, biraz da olsa anime sevgin varsa, bleach izlemişsen (ki o zaman otomatik manyağı olmuşsundur), Bleach geçen hafta filler hikayeleri bitirip nihayet orijinal hikayesine geri döndü. 110. bölüm itibariyle, hikaye kaldığı yerden devam ediyor.

Biz istanbul sokaklarında festival havasına girdik sayın okuyucu, her köşede şampanyalar patlatılıyor (paramız mı çok nedir?), herkes beraber şarkı söylüyor (sanırım japonca evt), dünya genelinde bleach severler arasında tam bir bayram havası yaşanıyor, insanlar el öpüp para falan bile istemeye başladılar, konsept tamamen karıştı.

Gelsin hollow ichigo, gelsin Zangetsu, gelsin moonfang slices the moon, hepsi gelsin ulan, 1 yıldır bunu bekliyorum.

Ayrıca bu muhteşem haber üzerine, Naruto' da 2 yıl gibi öküz vari bir aradan sonra, Şubat ayınca nihayet filler'ları bitirip ana hikayeye geri dönüyor, ve Manga'da ki part 2'dan devam edicek, bunun içinde kutlamaları bilahare yapıcaz.