24 Nisan 2007

Kokteyl

- 1 ölçü Smirnoff North (20%)
- 1 ölçü Cardinal Melone (20%)
- 1 ölçü düz smirnoff (40%)
- 1 ölçü limonlu vodka (28%)
- 1 ölçü tekila (40%)
- 1 ölçü kavunlu italyan vodkası (bu kadar bilmiyorum ne olduğunu)(27%)
- 1 ölçü diet cola (0.01%)
- 1 ölçü elma suyu (0.023%)(????)
- 1 dilim limon

Bunların hepsini teker teker (isterseniz grup olarak da yapabilirsiniz çok önemi yok bu noktada) karıştırıcının içerisine atınız ve karıştırıcıyı kapatarak güzel bir şekilde çalkalayınız (demiştim çok önemi olmayacak diye). Yeteri kadar soğuk olduğundan emin iseniz (değil ise yapmanız gerekeni biliyorsunuz, evet evet buzdolabına koyuyorsunuz, çok güzel...), bardaklara koyarak servis yapabilirsiniz. On Ice olmak zorunda değil, bir fark yaratacağını sanmıyorum.

Sonuç: nasıl anlamsız bir şey, nasıl anlamsız bir şey, zaten kavun ve limon o kadar baskın ki, aynı anda hem kavun hem de limon içtiğinizi farkedebiliyorsunuz, ama nasıl karaktersiz, nasıl saçma.

Biz tabi, "aaaaa doğan karıştırıcı getirmişti, hadi bir şeyleri karıştıralım" gibi anlamsız bir fikir ile yola çıktık, nerdeyse ayran bile koyuyorduk içerisine, şimdi düşününce gerçektende çok kötü olabilirmiş, en azından bu içiliyordu. Tabii ki malzemelerin bir önemi yok, dolaptaki her şeyi koyduk. Şimdi düşünüyorumda dolapta çikolata ve gofret falanda vardı onları da deneyebilirdik.

Bu yazısının anakonusunu hala bulamamış iseniz daha fazla bekletmeyeyim sizi, karıştırıcı almayın, alırsanızda bir yere götürmeyin, ne gerek var, tek tek için kardeşim, eninde sonunda bir yerde karışıcaklar zaten, erken davranmanın lüzumu yok.

18 Nisan 2007

Dancing in the thrash

9 büyük torba çöp attım bugün evi toplarken, ki bu yeni başlamış halim. Çöp içinde yaşıyormuşum yıllardır haberim yokmuş. O değilde, buzdolabını bulamıyourum, kaza ile torbalarla attım mı ki...

Çok enteresan şeyler buldum dolapları karıştırdıkça, insan bir yere bir şeyi koyarken iyi düşünmeli, bunu buraya niye koyuyorum, bu gerçek hayatta ne işimize yarayacak ki diye.

15 Nisan 2007

Uzun eşek

Ev toplama modunda dolapları karıştırıp, gereksiz şeyleri soğuk ve karanlık bir boyuta gönderirken (çöp kutusu oluyor bu aslında), uzun bir süredir dolapta unuttuğum Evangelion robotlarımı buldum. Biraz oralarını buralarını mıncıkladım, çıkan yapıştırmalarını düzelttim, biraz hal hatırlarını sordum, bir kahve ikram ettim falan. Sonra tabi evde sıkılma psikolojisi sonucunda abuk subuk şeyler yapmaya başladım. Şimdi de utanmıyorum bunları afişe ediyorum.


"Baltalar elimizde, güç kablosu belimizde, biz gideriz eşeğe hey eşeğe..."

Eva 02 - lan 00 belim kırıldı insene artık...
Eva 00 - Tek mi, çift mi, söylesene...
Eva 02 - kızım elinde balta tutuyosun, teki çifti mi kalmış..., zaten kafam sıkıştı...
Eva 01 - çiftttt, çiftttttt
Eva 00 - hahaha, bilemediniz, tek balta var elimde...

Birde alakasız böyle bir güzelliğim var, özene bezene 4 günde bitirmiştim bunu, ama orasını burasını tutar tutmaz elimde kalıyor, deli ediyor beni, o yüzden böyle otursun dursun bu. Bir noktada uzun eşeğe katılmak istedi ama boyut farkı sebebiyle anlamlı bulmadı kimse bu fikri. Bir noktada diğer mecha maketleri ile birlikte aile fotoğrafı çekmeyi planlıyorum.



- Your wish is my command master...
- Ne?
- Emir diyorum, bacaklarım uyuştu, söyle de kalkıyim, ow ow ow dizlerim, ow aman diyim.

13 Nisan 2007

Aguk Buguk

Bir önceki haftasonu Sanat'ta gene yaklaşık olarak bunlara çok benzeyen bir tayfa ile gene rakı sofrasında oturuyorduk. Velhasıl o gece benim konuşma yetime bir şeyler olmuş. Bunu gerçekten çok gerzekçe bulduğum için herkese anlattım sanırsam ama gene de burayada yazmak istiyorum. (ulan sözlüğe bile yazdım entry olarak daha ne yapıcam)

Mesela avşar bunu 47 kere dinlemiş, ve inatla son anlattığımda bile gene güldü ayıp olmasın diye, üzerine Bodur bunu ayıkkende sarhoşkende N kere anlattın dedikten sonra biraz kalbimi kırmadı değil. Ben avşarın hatırı için aynı anıyı 97 kere dinlerim, zaten unutkan bir insan, ama 98 kere dinlemem şimdi düşününce, 97 yeter ama tamam.

Avşar bu durum için bana süper algoritma bile yazdı mesela:
if see yeni insan
tell rakıbalık&ameliyat
if see eski insan
check 'if told rakıbalık'
tell rakıbalık & ameliyat anyway

Tabi ben konuyu anlatmassam bir anlamı yok. Gece içerisinde iki anektod:

- akşama bakı ralık yapıcakmışız....bilmiyorum abi ben de anlamadım, bakı ne oluyor ki? evt rakı balıkta olur abi...

Sonrasında gecenin ilerlemiş saatlerinde bir de böyle bir şey geçti:

(göz ameliyatı hakkında konuşulurken konudan habersiz insanlara açıklama yapmak için sağa dönülür)

x- burun ameliyatlarından bahsediyoruz abi, gözler 4'ten büyükse zormuş...
y- burun dedin ama?
x- hahaha burun mu dedim, abi duydunmu göt ameliyatından bahsederken yanlışlıkla burun demişim
z- abi göt dedin şimdide

1 Ytl

Haftasonu, Bade ve Araf sonrasında saat iki gibi herkesler beni terkederken, 1 haftadır bende kalan alman misafirlerim teşrif ettiler, hatunlar dansedicez dansedicez modunda olduklarından bende kendilerine eşlik etmek durumunda kaldım.

Araftan çıkarak adını bilmediğim bir yere gittik, ben artık zıp zıp modumu kaybetmiş, sütuna yaslanmış duruyordum ki bana 10 dakka gibi geçen bir süre var, ama biz 3 saat orda kalmışız. Zira sabah 6 gibi eve giriyorduk.

Ben ortamda sütuna yaslanmış dururken rastalı bir gencimiz bana yaklaşaraktan 2 ytl var mı ya? tarzı bir soru yöneltti. Sonra süreç içerisinde şöyle bir dialog oldu.

-Ya, selam 2 Ytl var mı?
-Bakıyim,.... 1 var sadece al.
-Sağol ya

...5 dakika geçer, genç elinde bira ile gelir birayı bana uzatır
-Eyvallah, alırım iki yudum (bir yudum değil ama)

...genç gider, 15 dakka sonra tekrar gelir, elinde bir sigara vardır, uzatır...
-Eyvallah, alırım bir fırt

...genç gider, 15 dakka sonra gelir, birasını bırakır bana, dans etmeye gider, sonra geri gelir birayı almaya,
-Sağol abi, alıyim, sen keyifsiz görünüyosun ya
-İyidir be abi, tükettim enerjiyi biraz, arkadaşları bekliyorum...
-Sıkma kendini ya, tadını çıkar

Enteresan, bu sanırım çocuktaki iyiliğe karşılık verme konsepti. Kutsal adalet dağılımı. Ne ekersen onu biçersin gibi. Buradan o gece, 1 YTL'lik hizmet aldığıma inanıyorum, acaba 2-3 YTL versem ne olurdu düşünmedimde değil. Hayır hatun olsaydı falan. Neyse can sıkıntımı aldı sağolsun, yoksa millet sıkılsında gidelim derken orda patlayabilirdim.

Ey rastalı genç, bunu okuyorsan bil ki, bu haftasonu cebimde 1 yerine 3 YTL bozuk parayla aynı sütuna yaslanarak bekliyor olucam. Arkadaşların varsa getirebilirsin (çok yalnızım ve okur).

Zıp zıp haftasonu

Bu hafta sonu gene oldukça hareketli geçti. Cuma günü Batu ve Burcu ile anime partisi yapıp, sonra akşam Evrim, Alp ve Yeşim'i görmeye taksime çıkıp 12'den sonrada Burcu'lara giderek anime eşliğinde dünyaları yiyip içtik.

Çılgın ve yorucu cuma gecemizden sonra cumartesi Pınar hanımefendi'nin doğum günü için Bade'de rakı sofrasına gittik. Aferin çocuklara gittiğimde tabaklar falan masadaydı, yormadılar bizi. "Ooo Murat abi hoşgeldin ver elini öpiyim" dedi çcouklar sağolsunlar, dedim "yapmayın, ayıp oluyor, diğer müşteriler kıskanır".

Oturduk sonra 4 saat kadar deli gibi yedik, içtik muhabbet ettik, tabi ki en eğlenceli kısmı son bir saatiydi sofranın, herkesin suratları kırmızı olmuştu, salak salak oranın buranın fotoğraflarını çekmeye başladık.

Gelsin o zaman fotoroman:
Evet, ilk resmimiz sanatsal açıdan her zamanki gibi başarısız. Ama dikkatli bakarsınız duvardaki boyamanın kenarında, Pınar Kısa yazdığını görebilirsiniz. Buradanda anlıyoruz ki Bade çalışanları, biz gelmeden Pınar'a bir sürpriz yapmak istemişler, ve bunu çarpık espiri anlayışları ile yapmışlar. Ama bizde altında kalmadık gitmeden altına, Uzunluk Görecelidir yazdık.

Alican: Aaaaaaaaannnnnaaaaaaaah bu kim beeeeee!??!?
Erinç:.....
Bodur: (kesin gene suratımın yarısı çıkıcak...)

Bu resimden de çok bir şey beklememek gerekiyor okuyucu. Görüldüğü üzere, Pınar hala Kısa. AliCan, Bodur korkusunu biraz olsun yenmiş. Erinç, neyse ya...

AliCan: ahah iyi lan Bodurmuş, aman bende bir an...
Erinç: sigara di mi lan bu....
Bodur: ahahah suratımın tamamı çıkıyor sanki....

Burada Erinç ve Banu arasında bir miktar senkronizasyon hatası var. 2 saniye farkla yaşıyorlar aynı anı gibi. Birde Erinç elindeki çatal ile karizmatik bir şey yapmayı planlıyor gibi, ama tam kestiremedim. Gözüne saplasa nasıl karizmatik olur mesela, ya da burnuna sokarsa.

Erinç: ahaha nası karizmayım, kızlar ölün ölün, ben kız olsam bana kesin ve....
Banu: Erinç çatalın ucundaki peyniri düşürdün çocuğum, nereye bakıyosun battı pantolon, alooo...Burda Doğan ya aydınlanma yaşıyor ya da işlediği suçların altında ezilmek üzere. Resime konuk oyuncu olarak bir adet su şişesi ve bir adet şalgam şişesi de katıldı. Arkada ki teyzeyi ise kesinlikle tanımıyorum ama çok özenerek girmiş resime hakkını yememek istiyorum.

Pınar: bak anlatıyorum anlatıyorum anlamıyosun ki, getirmiycem bir daha seni buraya, hep şarkı kesilince dans etmeye başlıyosun, şarkı ile beraber edicen Doğan, yok ellerini falan çıklatmak şarkı başlamadan.
Doğan: wzzzzzbdnnnnnngubugubugubugubu brrrnnnnnn (alkol sonrası doğanın ses tellerini yeme modu)
Kadın (hatun): kahretsin telefon çekmiyor gene (nah çekmiyor, benimki çekiyor işte, senin telefonun dandik...)
Telefon (samsung): bzzzzzzzzt dürülü dürülü

Bu resimde enteresan bir şey bulamadım, herkes normal demek istiyorum, ama allahım o yanaklarım ne. Yanaklarımı bağışlasam bir aile 2 ay tok kalır (nasıl hesapladım anlatıcam bilahare) ya da yanakları alınmış 36 çocuğa yanak bağışı ile hayat verebilirim. Batu klasik, sessiz durursam hemen çekerlerde kurtuluruz bakışında (ben çekiyorum ulan bekliycen herhalde, kırk yılda bir kafamı tam alan foto çekebiliyorum zaten, sığmıyor yanaklar), Burcu çok sakin zaten.

En spesifik dialoglu resim:
Burcu: ...
Batu: ...
Bodur: ...

Bade sonrasında durmak bilmedik, gece bir itibariyle birde Araf'a girdik ve üzerinede delice dans etmeye başladık (şimdi deliler sırasıyla Burcu, Pınar ve Ben, kararsızlar var Erinç ve Banu, ortamdan hiç hazetmeyenler var Doğan ve Batu, Batu'nun gelmiş olması bile mucize, ben bizi boğazlar diye bekledim, bir ara yeltendi ben dans ediyor ayağına kalabalığa karıştım). Güzeldi güzel.

10 Nisan 2007

Beethoven 9. Senfoni

Günler süren aynı şarkıyı dinleme döngülerimden birisine daha girdim. Daha önce çok girdiğim bir döngüye tekrardan.

Evangelion Senfoni albümü. Beethoven 9. senfoni, ve ardından Pachalbel Canon in minor D. Tekrar, tekrar, tekrar, tekrar. Zaten muhteşem olmalarının yanında, Evangelion yüzünden bende daha derin etki bırakan iki parça.


Evangelion izlememiş olanlar için ne kadar anlamlı olur bilmiyorum yazdıklarım, izlemiş olanlar için ise spoiler vermemiş olduğum için sevinebilirim. Abi dur ben tam ortasındaydım Evangelion izliyordum, niye yazdın sen bunları diyen birisi çıkıcaksa aranızdan, aşağıda telefon numaram var, hatalıysam arayın (çok bakma aşağı yok bir şey).

Evangelion'da , dünyaya insanlığın sonunu getirmek için belli aralıklarla saldıran meleklerin ve bunlara karşı insanlığın tek savunması olan Eva adlı, tanrının imajı olan savaşçıların hikayesi anlatılırken, sonlara doğru bir bölüm çıkar. Zaten o ana kadar her bölümde psikopat bir aklın ürünü sahnelerle karşılaşırsınız.

Sonra bu bölüm gelir. Ana karakter olan Shinji, kendisinden ve hayattan ümidini kesmiş, kimseyi sevmeyen ve sevilmediğini düşünerek büyümüş bir karakterdir. Ve ilk defa son bölümlerde çıkıp gelen bir karakter karşısında kendisini çıplak gibi hisseder. İlk defa bu kadar güven duyar bu erkek çocuğa, ve aralarında neredeyse aşk denicek derecede bir yakınlık doğar.

Bu çocuk ise dünyanın sonunu getirmek için gönderilmiş son melektir. Milyonlarca insandan sadece biri Eva'ları hareket ettirebilecek beyne sahipken, bu çocuk üsse girer, içine bile girmeden uçarak Eva'lardan birini alır ve üssün merkezine inmeye başlar, üzerine verilmiş görevini yerine getirmek için.

Shinji bunu duyduğunda hemen göreve gönderilir. Gözlerinde yaşlar, çığlık çığlığa, Kaoru bir melek olamaz, Kaoru bir melek olamaz diye ağlarken, iki Eva dövüşmeye başlarlar ve arkada 9. senfoni çalmaya başlar. Bu senfoninin kanlı bir dövüş sahnesinde bu kadar iyi durabileceğini hiç düşünemezdim.

Devasa kütleler havada uçuşurken, göz yaşları arasında, dokuzuncu senfoninin eşliğinde, Shinji çığlıklar atar, neden, neden diyerek. Karou konuşur.

-Benim kaderim insanlığı yok etmek veya bu uğurda ölmek, sizinki ise hayatta kalmak. Ben hayatta kalanın siz olmanız gerektiğine inanıyorum, bunun için ise beni yoketmen gerekiyor Shinji. İkimizinde mutluluğu buna bağlı, seni tanıdığım için çok mutluyum, teşekkürler...

Ve dokuzuncu senfoni sonuna yaklaşırken, insanın aklında sözler kalır.

...Alle Menschen werden Brüder, Wo dein sanfter Flügel weilt...
(nazik kanatlarının aydınlattığı yerde, bütün insanlar kardeş olacak)

Bir de Death and Rebirth sonunda, bütün hikayeden bağımsızmış gibi, Shinji'yi görürüz, bir salonda, cello ile çalışırken. Sonra içeri girer diğer karakterlerde. Ve Canon in D minor çalmaya başlarlar, kanlı ve bunalım görüntüler eşliğinde.

ironiden anlamayan nesle aşina değilim.

Buyrun, ama maalesef alt yazlar ispanyolca, zaten müzik dinleyeceksiniz, alt yazıyı napıcaksınız ki, söylenmiş olmak için, gelmeyin bana bunlarla ya alla alla...

03 Nisan 2007

4 duvar ve ben

Nisan sonu evimden çıkıyorum. Çok enteresan bir duyguymuş bu. Her ne kadar geçen baharda buna yakın bir şeyler yaşamış olsamda şimdi daha bir gerçekçi oldu. Son kiramı yatırdım bugün, hatta benden sonra kalacak olan arkadaşı bile ayarladım. Ev sahibim ve emlak komisyoncum ile helalleştim (nası nası?), çok duygusal anlar yaşadık beraber. Ev sahibim göz yaşlarını tutamadı önce, inci taneleri gibi akmaya başladı yaşlar gözlerinden aşağı. Komisyoncunun gözleri doldu arkasından, "sen yapma bari abi zor tutuyorum zaten kendimi" derken sesi tiremeye başlamıştı bile.

Bir duygu çemberi oluşturduk hemen oracıkta, "helal edin hakkınızı" dedim tutamayıp kendimi. "HELAL" diye bağırdılar tek ağızdan (olsun demediler sanki...), "bir daha" dedim, "HELAL" dediler tekrar, "bir daha" dedim, bir sessizlik oldu, uzatmadım, ama dolmuştum artık, fışkırıyordu duygular her bir tarafımdan, oramdan buramdan, hop dedim, kaldırdım elleri, halaya çıkıverdik hemen oracıkta, iki adım sağa bir adım sola, hop diz kır tekrar kalk iki adım sağa, baktım halay başı kim belli değil, mendil yok bir şey yok, oradan bir bakkala girdik, bir kutu selpak, hazır gelmişken bir ice tea bir de vivident aldık, sonra gururlu bakışlarla çıktık bakkaldan.

Çok duygusaldık, coşuyorduk ileri geri, ama tabi ticaret ile arkadaşlık beraber gitmez, ev sahibi tutamadı kendisini,
-murat'çım ya biliyorsun son kira depozitoya sayılmaz
-sayılmaz mı be güzel abim
-e sayılmaz murat'çım
-şu güzel ortamı bozmasak abim
-sözleşmede yazıyor (ne oldu murat'çıma ha? bu kadar kolay mıydı her şey)
-hadi ya
(sessizlik, ama halay devam ediyor tabi biz gidiyoruz tutturmuşuz, komisyoncudan ses yok)
-tamam o zaman abim, yarın yatırırım da sen önüne bak istersen

Tansaş poşetli bir teyzeyi sıyırageçtik narin hareketlerle
-o değil de bu yeni arkadaşta geliyor ne güzel, bizim komisyon ne olacak?

Komisyoncu bu yüzden susuyormuş 2 dakkadır, bıraktım terli ellerini ikisininde. "eee yeter be sıçtınız içine güzelim halayın". Gösteriverdim tepkimi de, ama havada hala o lavuk duygusallık vardı, sert kelimeler yumuşayıveriyorlardı ağızdan kulağa giderken. Neyse yolladım çocukları evlerine.

Şimdi hangi eşyaları götürsem yanımda diye bakınıyorum. Halılar, bir iki tabak çanak, özel eşyalarım. Profilo'ya bakan duvarı da götürmek istedim ama demirbaşmış, cereyan yapar dediler bir de. (sokak kapısını söktüm ama kimse farketmeden)


Unuttum sanmayın keratalar, fotoğraf çekilirken (fotoğraf evt) ice tea'yi çoktan içip bitirmiştim, yolda geçerken çöpe bıraktım.

28 Mart 2007

there's no place like home

10 gün oldu hiç bir şey yazmamışım, bu aralar kafam güzel biraz.

Sanırım mayıs sonunda Prag'a taşınıyorum (sanırımlık bir durum kalmadı aslında, ama Murphy bu güven olmaz). Buradan önce size "Fair Enough" başlıklı postumu hatırlatmak istiyorum okurlar. Demiştim ben, bir fair enough'a pabuç bırakımıyim ulean ben diye, evt iş teklif ettiler bende ok dedim, çok basit oldu.

Şimdi çalışma iznimin gelmesini bekliyorum, sonra vize, sonra uçak, sonra Prag...

Valla lan, şaka falan değil, gidiyorum galiba, aylardır iki haftada bir lokasyon ve fikir değiştirip durduktan sonra. Şaka olmadığı kesin, kimse gülmüyor zaten çevremdeki.

31 yaşıma girdiğimde zengin olmuş olucam ve dünyayı ele geçirmeye başlıycam demiştim lise 1'de. şaka maka niyetliyim be okur, bu da bu kustal amaç uğrunda bir adım olsa gerek (dünyayı ele geçirirsem blog okurlarıma vip statüsü vericem, hadi gene iyisiniz keratalar).

Konu hakkında uzun uzun bir şeyler yazıcam umarım yakında, öncesinde konu hakkında uzun uzun düşüncelerimin olması gerekiyor, her neden ise kafam bomboş.

16 Mart 2007

St Patrick's Day ve Burcu'nun doğumgünü

Mart ayına yaklaşırken gözler takvime dikilmişti. (ahaha nasıl yalan, takvim yokki benim evde, neyse windows'un takvimi ile idare edicez, almak lazımdı aslında evede bir tane takvim, neyse). Evet 17 Mart, hem de cumartesi günü, Burcu'nun doğumgününü kutlayacaktık, ama bunun yanında ayrıca St. Patrick's day'ide kutlayacaktık (kutlayacaktım, orada ki kimsenin haberi olduğunu var saymasamda) (ayrıca aslında St Patrick's Day için bir yazı yazmaya niyetlenmişken o gün Burcu'nun doğumgününü kutlamaya gittiğimizi hatırlayarak bir an utandım ve başlığı değiştirdim. Şimdi bunu söyledikten sonra değiştirmemin bir anlamı kaldı mı? kaldı okuyucu sen devam et boşver).

Yeşil bir bere bulmam lazım. Yeşil t-shirt, yeşil bir hırkam da var. Önemli olan doğumgünü sonrasında bir de St Patrick's day partisine davet edilmiş olmam, ki enteresan bir şekilde bir buçuk aydır msn'de millete St Patrick's Day (copy/paste yok, her seferinde inatla yazıyorum) espirileri yapıyordum, bu aralar Boondock Saints falan da izlemedim, olucağı varmış demek ki. Özellikle irlanda Microsoft ile de iş görüşmesi yapıktan sonra oldukça fantastik hikayeler anlatmaya başlamıştım, olmadı ama (hem de nasıl olmadı, görüşme sırasında resmen tecavüze uğradım (özür dilerim 4-6 yaş arası okuyucu kitlem)), neyse konu dağılıyor rezilliğimi daha dışarı vurmanın anlamı yok.

Everyone wants to be Irish on St Patrick's Day my friend.

O güne özel şarkılardan yeterince eğlenceli bir şey bulamadığım için, saatlerdir, İskoç yeni yıl şarkısı dinliyorum. Bu şarkım cumartesi günü dışarı çıkıp hangi amaçla olursa olsun içicek gençlik için.

for auld lang syne my dear
for auld lang syne
we'll take a cup of kindness yet
for the sake of auld lang syne

let's have a drink or maybe two
or maybe three or four
or five or six or seven or eight
or maybe even more

for auld lang syne my dear
for auld lang syne
we'll take a cup of kindness yet
for the sake of auld lang syne

when it gets to closing time
and if you still want more
i know a pub in iverness
that never shuts its door.

Ayrıca St. Patrick's day için Chicago nehrini fosforlu boya ile yeşile boyayan insanlara bir şey demek istiyorum, ama bulamadım ne diyeceğimi...

13 Mart 2007

Geçmişe Saygı

Weezer - In The Garage

I've got a Dungeon Master's Guide
I've got a 12-sided die
I've got Kitty Pryde
And Nightcrawler too
Waiting there for me
Yes I do, I do

xxxHolic

Efendim şimdi xxxHolic aslında bir süredir zaten var olan bir Manga. Hatta ve hatta kendisi bizim güzide şehrimiz Istanbul'da bile seçkin kitapevlerinde (nasıl nefret ettim bu sözden bir anda) bulunabiliyor (Robinson Cruseo'da ben iki cildini terbiyesizce oturup okudum evt). Clamp daha sonradan 2005 senesinde bir filmini yayınlamış. Ve nihayet 2006 senesinde de 24 bölümlük bir seri haline getirilmiş.

xxxHolic'de konu en temel haliyle Yuuko ve Watanuki Kimihiro adlı iki kişinin çevresinde dönüyor. Watanuki gördüğü ruhlar tarafından rahatsız edilen ve hayatı işkence haline gelen, ben diyim 16 siz diyin 15 yaşında (anne sen de 14 de), anime'de oynama yaşı gelmiş çatmış bir capon lise öğrencisi. Bir gün (bu bir gün anime'nin ilk bölümüne denk geliyor tabi), yolda gene bunlardan kaçarken kendisini şehrin ortasında muhteşem oryantal tasarımlı bir klubede buluyor. Kapılar açılıyor, ve koltukta tüm güzelliği ve seksapeliyle yatan Yuuko gencimizi selamlıyor. "Hiç bir şey rastlantı değildir, her şeyin bir amacı ve sebebi vardır, buraya geldiysen bunu istediğin için gelmişsindir" diyerek daha 5. dakikadan gencimizin beynini ambale ediyor.

Yuuko istenilen dilekleri gerçek yapan bir cadı (cadı denildiğinde nedense insanın kafasında çirkin bir görünüm beliriyor, alakası yok tabi, Yuuko'nun köpeği oluruz, canım ya). Hikaye Watanuki'nin Yuuko'nun yanında yarım zamanlı hizmetçi olarak işe başlaması ile birlikte gelişiyor.

Eski dedektiflik hikayeleri gibi, her bölümünde Watanuki'nin ya da gelen bir müşterinin başına gelenler çözülmeye çalışıyor. Bazen eski Japon efsanelerinde bahsi geçen konular açığa çıkartılıyor, bazen hayalat hikayeleri irdeleniyor. Her bölümde yaklaşık olarak dersvari bir şey vermeye çalıssa da bunu "Olacak O Kadar" modunda yapmadığı için göze batmıyor.

İzlemeye başlayınca ilk dikkat çeken çizimleri. Sıradan insan anatomisine sadık kalmak gibi bir niyetleri olmadığını ilk saniyede anlıyorsunuz. Burada herşey ince ve uzun. Ve her şey bir o kadar renkli. Tamam Watanuki normal bir öğrenci. Ama esas her bölümde Yuuko'yu görebilmek için can atıyor insan. Her bölümde giyilen muhteşem renkli ve egzantrik kıyafetler, kimonolar, ve aksesuarlar insanı deli ediyor. Şimdi farketmiş iseniz anlatım yavaş yavaş Yuuko üzerine dönmeye başlıyor ey okuyucu. Yuuko her bölümde giydiği zaman zaman şuh, muhteşem kıyafetler içinde, hiç bir şey umurunda olmayan havasıyla, özellikle de "Watanukiiiiii, Sakeeeeeeeeeeeeee" diyerek gözlerinin altı kızarmış haliyle bağırdığı zaman, ekrana girip mıncıklamak istiyorsunuz. Her zaman bu halinden bir anda çıkıp karizmatik ve güçlü karakter olmasını da biliyor tabi.

Ayrıca tv serisi içerisinde hikayelerine pek değinilmeyen, ama ister istemez hemen dikkatinizi çeken, Yuuko'nun dükkanında çalışan iki ufak kız var. Bunlar tamamen tasarım harikası. Kıyafetleri, saçları, konuşmaları, etrafta koşturmaları, insan aptal oluyor gördükçe, nasıl bu kadar şeker olabilirler diye. Bunları ben birebir istettim, evde besliycem artık, hemen Osman'ın yanında.

Sonuç olarak xxxHolic, oldukça neşeli bir anime. Ama sonunda hikaye sonuçlanmadığı ve bir çok açık nokta kaldığı için, yakın zamanda ikinci sezonu geleceğine inanıyorum. Bir bonus olarakta, bahsettiğim o iki küçük kızın, bir bölüm bitişindeki ufak bir kliplerini veriyorum size ey okuyucular (Anime içindeki çizimleri daha farklı).



Ve buyrun bunlarda renk cümbüşü ile kastettiklerimi daha iyi anlatabilmek amacıyla sizin için birebir markete gidip elcağızlarımla seçtiğim resimler.



08 Mart 2007

Sevgili Osman

Hayatımda gözardı edemeyeceğim bir yere sahip olan Osman için özel bir yazı yazmak istedim. Aslında kendisi, gelip üzerime oturup, yazana kadar da kalkmam diye tehdit ettiği için şu anda bu yazıyı yazıyorum, Osman ise elinde türbişon ile tehditkarvari bir şekilde başımda bekliyor.

Şimdi Osman bir ayı, ama ayı deyip geçmemek gerekiyor. Sadece ayı dediğiniz zaman kendisi agresif tavırlar içerisinde üzerinize yürüyor, zira sırf bu yüzden ona isim koyduk.

Aslında çok önceleri nexum ofiste onla bunla dalga geçerken, gelen bir Alman stajer arkadaşımız ile dalga geçmek istediğimizde, her adını söylediğimizde dönüp bize baktığı için, ben zaman içinde ona farketmesin diye Osman demeye başlamıştım. Osman gel Osman git derken, sonra sonra gel zaman git zaman tanımlayamadığımız her şeye Osman demeye başladım, nexum ahalisinde bu fikri benimseyince birden ortalıkta her abudik şeye Osman diyen bir insan grubu oluştu.

-Ya oğlum bi grup vardı hani dıbıdıbı yapan, neydi?
*Osman?

-Abi bu proje zor gibi biraz, kim altından kalkar?
*Osman?

-Kim aldı lan benim kulaklıklarımı?
*Osman???
-Hadi len...

Sonra bu güzide Nexum ahalisi, doğumgünümde bana bir Osman aldılar. Bildiğimiz ayı Osman. Kutusundan çıkar çıkmaz zaten, "aaaa Osman" dememle birlikte adı Osman kaldı bizim Osman'ın. Şimdi Osman ile güzel zamanlarımdan bir iki kesiti paylaşmak istiyorum sizinle ey okurlar.

Biricik Osman'ın hayatından sahneler

Ofis, the early times...
(zaman zaman işten kaçmak için Osman'ı yerime bırakıyordum, enteresandır kimse farketmiyordu)

Osman çalışıyormuş gibi görünüyor. Hayır baya da kilitlenmiş ekrana, kafası karışık çocuğun.

Osman iş sıkıntısından kendisini starbuck kahvesine vermiş, ancak öyle konsantre olabiliyor beyim.

Baktı o da olmayınca, Osman kendisini müziğe veriyor, pis metalci Osman seni.

Osman ile çok güzel bir baba oğul ilişkimiz var. Bazen onu lunaparka falan götürüyorum gezmeye. Hayır bu kadar şapşal pozlar verirken, hemen arkamda IT müdürümüzün bizi hiç sallamayan havasına da hayran kalmıştım.

Ben,Ersin,Osman: "Abi, ayı var hazır hadi foto çekelim ehi ehi"
Cudi (müdür) düşünce balonu: "maaş revizyon zamanı da yaklaşıyordu di mi ya..."

Osman ile ev hayatı...

Osman Xbox oynarken. Her SoulCalibur oynadığımızda beni yeniyor olmasını hala tam anlamış değilim. Bir ayının ruh hali olsa gerek. Hayvanın parmakları da yok, o tuşlara nasıl basıyor bunu da tam çözebilmiş değilim, ama hayat mucizelerle dolu.

Osman sabah yatağımızda mışıl mışıl uyurken...hmmm, düşündümde bu resim hakkında yorum yapmak istemiyorum.

Yazımı tamamlarken Osman da tirbüşonu kafamdan çekerek, agresif tavırlarına son verdiğini bildirmiş bulunuyor, bir duş alıp yatıcakmış. Eh hadi bakalım.

01 Mart 2007

Yakitate

Evet sayın okur, bu haftaki anime incelememizde oldukça sıradışı bir anime ile çıkıyorum karşına (ne tarafına çıkıcam bilemedim okur). Yakitate, gene konsept bir anime. Konusu da hayatta derdini tasasını unutan bir gencimizin, Japonya'nın kendi adı ile bir ekmeği yok, neyimiz eksik diyerek, Japonya'ya özgü bir ekmek yapmak için yola çıkması gibi enteresan bir konu.

Şimdi daha ilk bölümden itibaren zaten garip bir anime olduğunu farkediyor insan. Tüm anime sadece ekmek çeşitleri üzerine kurulu. Ama öyle bizim kültürümüzdeki gibi bakkaldan alınan tek tip ekmek değil (aslında pastahanede poğaça çeşitlerinde bir artış farketmiyor değilim son zamanlarda). Her bölümde gerek zevkü sefa amaçlı, gerek yarışmada başarılı olmak için, birkaç farklı ekmek tipinin nasıl yapıldığı anlatılıyor.

İnsan ilk duyduğu zaman, aslında içten bir şekilde "ulan böyle anime'mi olur" diyor, (sen de dedin okur üst paragrafı okurken farkediyorum burdan). Ekmek ekmek nereye kadar. Ama öyle olsa buraya yazıyor olmazdım değil mi okur, sende hemen kanıyorsun bak. Bir kere Yakitate feci komik. Sadece salak espiriler değil, muhteşem kelime oyunları, surat ifadeleri ve özellikle ana karakterin yaptığı her ekmeği tadarken, karakterlerin zevkten kendinden geçişleri sırasında çizilen geçiş animasyonları.

Yarışma sırasında ana karakterimiz Azuma Kazuma'nın yaptığı Croissant'ı tadan direktörün, kendisini aya inerken görmesi, ve astronot kıyafeti içerisinde, elinde tuttuğu croissant ile poz verirken, "bu benim için küçük ama ekmek endüstrisi için büyük bir croissant" gibi bir cümle kurması, ya da daha önceden croissant yememiş olan Azuma'nın adı ilk geçince, " Kurowa-san kim?" gibi izlerken, "abi bu çok saçma, ama ben niye gülüyorum o zaman" gibi şeyler demenize sebep olan bir çok sahne var.

İkincisi ise biraz problematik bir özellik. Yakitate izlerken düzenli olarak acıktırıyor. 24 dakikalık bir bölümün yarısının ekmek yapmak, bunları tatmak ve ne kadar güzel oldukları üzerine konuşmak olduğunu düşününce sanırım çok saçma değil. Ama öyle böyle acıkmıyor insan, bu sebeple sağlık açısından yemek yerken izlemenizi tavsiye ederim.

Örneğin en son anime seansımızda, akşam yemeklerimizi yedikten sonra, Yakitate izlemeye başladık. Akşam yemeği üzerine, altışar poğaça ve beşer cezerye yedik Batu ile. Burcu gene minimal tüketmeyi başardı. Ama Batu'nun bile, "abi, sanırım biraz fazla yedik değil mi?" demesi özellikle bir iç sorgulamaya zorladı bizi. Gerçi "az bile yaptık o adi poğaçalara" şeklinde bir sonuca ulaştık ama olsun önemli olan niyet.

Yakitate 69 bölüm hala bitiremedim, ama bitirene kadar 5 kilo alacağımı öngörüyorum. Kafanızı dağıtmak için eğlenceli bir şeyler arıyorsanız, mutlaka izleyin. Önünüzde yemek varken izleyin, ekrana çok yakından bakmayın, annenizin sözünden çıkmayın falan.

İstemiyorum sanki

Yazmak istemiyorum,
istemiyorum,
istemiyorum,
istemiyorum,
istemiyorum

Yazmak istemiyorum,

Ama şimdi yazmış bulundum, olmadı sanki, istiyor muyum yoksa?

O değil de dominos pizza ne güzel deee miieeeee?

24 Şubat 2007

Fair Enough

Ben ve sayısız mülakatlarım.

Artık iş görüşmelerine girmeyi hobi haline getirdim, çok yakında yaşam tarzım olucağından da korkmuyor değilim. Aslında korkmuyorum niye söylediysem bu lafı.

İnsanlar arıyorlar, bazen ben arıyorum, görüşmek ister misiniz diyorlar, hay hay diyorum, lafımı olur, bu ölümlü dünyada iki çift laf etmeden gitmek olur mu? sonra Barış Manço ne der buna, şarkı yapmaz mı bunun üzerine? "Bravo" diyor tabi telefondaki, o zaman bu saatte buluşalım.

Niye buluşuyoruz anlamadım, siz ofisde değil misiniz? Ben ofisinize falan gelsem, daha profesyonel olmaz mı diyorum hemen ardından. Hemen kıvırıyor tabi telefondaki, artık nasıl kötü niyeti varmış ise öncesinden. O zaman ofisimizde ağırlayalım sizi diyorlar. Üç gün iki gece, full konaklama, açık büfe yemek, all inclusive, sadece gecesi 200 euro (sadece gecemi 200 euro, yoksa gecesi 200 euro mu?). Avans olarak yazın diyorum haneme, işe girer isem maaştan kesersiniz.

Giyiyorum en şık takımımı (evt ulan bir tane takım elbisem var, vurmayın yüzüme), gidiyorum 15 dakika öncesinden belirtilen adrese. Erken gidiyorum çünkü öncesinden etrafı kolaçan ediyorum (kolaçan? nasıl saçma bir kelimeymiş bu da şimdi farkediyorum), çatılara yerleşmiş keskin nişancılar nerelerde, kaç tane hepsini not alıyorum, en kısa kaçış yolunu buluyorum kafamdan, görüşme kötü geçerse diye.

Sonra giriyorum görüşmeye, merhaba benim bir randevum vardı. "Randevu evi miyiz biz?" diyor sekreter her seferinde, diyorum hayır iş görüşmesi. Sonra görüşme başlıyor, önce soruyorlar "bir şey içer misiniz?" diye. Tabi diyorum, bir bardak sade kahve, yanına bir bardak Baileys eğer var ise. Yok ise Bacardi Cola. Mümkün mertebe öğle saatlerine alıyorum görüşmeleri ki, belki biri çıkarda "öğlen yemeğinide bizim ofiste yer misiniz?" şeklinde sorar diye (kimse sormadı daha, Türkiye ekonomisi kötüye gidiyor).

Kahvemi içiyorum, yeni insanlarla tanışıyorum, bir muhabbetler bir muhabbetler. Sonra eve gidip bir sonraki görüşmeyi planlamaya başlıyorum. Ama sanırım bir noktaya kadar kaçabileceğim, eninde sonunda bir firma ben içeri girince kapıyı kilitleyecek arkamdan, dönücem, "ne demek oluyor bu?" şeklinde karizmatik bir soru yönelteceğim, "buraya kadarmış Murat bey" diyecekler, "görüşmeye gerek yok bundan sonra bizde çalışıyor olacaksınız". Has... diyeceğim ben de karizmatik ses tonumu kaybedip. Oturtacaklar bir sandalyeye bir kübik ortasında duran bir masanın başında. "Buyrun bunlar ilk teknik dökümanlar, bunlar bug raporları, müşteri listesi, kolay gelsin..."

İki damla gözyaşı akacak gözlerimden aşağıya (başka nerden akacak zaten, nasıl saçma betimleme). Sonra cuma gelsin Taksim'e çıkayım diye bekleyeceğim, ay sonu gelsin de maaşlar yatsın.

Diyorum ama şimdi bu yazının bu noktaya kadar, başlık ile hiç bir alakası olmadı be okur. Çok mutsuzum be okur, bana sevgili bul allahsız okur.

En son yurtdışındaki bir firma ile bir telefon görüşmesi yaptım. Sordukları teknik soruları cevaplarken, işte kullanmama rağmen hatırlamadığım bir soru denk geldi. Bir süre telefonda böleydi şöyleydi derken, beynimde o konunun olması gereken yerde kocaman bir beyaz ışık kütlesi (boşluk demek oluyor bu) olduğunu farkedince, ben de tutamadım kendimi. "Açıkçası ben bunu şu işleri yaparken koda gömdüm, kullandım, ama ne amaçla kullandım şu anda en ufak fikrim yok" dedim. Karşımdaki adam hafiften bir güldü, sonrada "fair enough" dedi. Çok güldüm bende sonra bu söz üzerine. Nasıl kıvrak bir söz, hem olmadı ama olsun gibi, hem gider ya gibi bir söz. (görüşme muhteşem geçti o ayrı, bir "fair enough"'a pabuç bırakır mıyım ben be, peh...)

Bundan sonra hadi hadi yerine fair enough diyeceğim karşımdakilere, gider gider, şimdilik kabul ettim say, öbdüm gıdıdanda hatta, dermiş gibi.

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=fair+enough

16 Şubat 2007

Naruto Shippuuden

Narutooooooooooooooooooooooooooooooooooooooo...

Naruto part 2'nun ilk bölümü dün televizyonda gösterildi (herhalde kanal d, atv'de falan gösterilmedi, capon televizyonlarında gösterildi). Serinin yeni adı Naruto Shippuuden. İlk iki bölümü aynı anda gösterdiler, daha izleyemedim ama manga'da son bölüme kadar okumuş biri olarak inanılmaz eğlenceli olacağını umuyorum. Gelsin naruto bölümleri, dublex hamur dominos pizzalar, efes darklar. Hemen burdan bir iki eğlencelik verelim. Önce yeni serinin ilk açılış klibi:



Hemen ardından da yazın gelecek olan yeni Naruto filminin fragmanı:

geçmiş zaman olur ki v.0.02

Evet sayın okur, geçmiş zaman olurki'nin bu bölümünde, 2001 yılına dönüyoruz. Üniversite 2 zamanları amaçsız bir anımda yazılan bir yazı.

Alkole Övgü

Her şey çocukluğumda başladı. Aynen başka birçok şeyin başladığı gibi. Aile dostlarıyla gidilen bir lokantada masumane bir akşam yemeğindeydik. Yanlış hatırlamıyorsam ki yanlış hatırlıyorum, 11 yaşındaydım. Her zamanki gibi içi yanan minik ben, önünde duran sürahinin boyutunun neden öyle ufak olduğunu sorgulamadan, ve içindekilerden habersizce bardağımı ağzına kadar doldurmuştum. Sonra içeceğim suyun ferahlığının hayaliyle ağzıma koccaman bir yudum alıp yuttum. Kolonyadan sonra, alkolle ikinci tanışmam böyle oldu. Mideme inen rakının acılığı, bana bakıp gülen yüzlerin arasında yerini önce kızarıklığa sonrada mayhoşluğa bıraktı. 2 dakika sonra ise saf saf gülmeye başlamıştım bile.

Sonraki yıllar sessizce geçti o saf gülüşün önderliğinde, lise yıllarına geldik ve abim bana, söylediği o özlü sözlerden en çok aklımda kalanını söyledi. "Murat, İstanbul Erkek'te liseye gelip çiçeğe içmeye gitmeyene adam denmez". Abimi kıramazdım . O yüzden orta 3 çiçek seferleri başladı. Önce bira patatesler, sonra artan bira sayıları, sonra şarap sefaları, sonrasında rakı sofraları derken, abime layık bir kardeş olmada önemli adımlar atmıştım. Artık her cuma, vakit buldukçada cumartesileri alkol günüydü.

İhtiyaç duyulduğundan değil, ama paylaşma isteğinden, nereye kadar içebilirim merakından, bunları karıştırınca ne olur suallerine cevap aramaktan.
Sonra üniversite geldi. Yurt odamıza ilk aldığımız bir kasa "in efes we trust" oldu. Yeni insanlarla tanışıldı universitede, en iyi zaman geçirme aracı olarak gene alkol kullanıldı. Artık insanlar birbirlerini, aldıkları alkole göre yargılamaya başlamışlardı. Biranın artık meyve suyu yerine geçtiği dönemlere gelinildi. Boşalan kutularla yerlere isimler, sonrasında cümleler yazılmaya başlandı. Bir dönem geldi, şeytana uyuldu, yarım yıl alkol alınmadı, sonra ise tünelin sonundaki ışık göründü tekrar tüm parlaklığıyla, bir arjantin bardağı şeklinde. Fişne şaraplarından başlayıp, efes dark'ın koyuluğunda hayatın anlamı, vodka da kolonyadan farklı yanları arandı. Komünlerin buluşmasını sağlayan, bu kadar çok kişinin muhabbet etmesine, saatleri yemesine, hayatlarına renk katmasına yardımcı olan bir şey nasıl kötü olarak nitelendirilebilirdiki? Ben de nitelendirmedim o yüzden.

-Bodur, abi bir şeyler yapalım?
-İçelim?
-E, onu kastetmiştim bende.

Her şey bir parça daha eğlence için değil mi? Bazı şeyleri unutmak, bazen kontrolünü kaybetmek, başın dönünce gülmek ve kafanı çevirip bir arkadaşını görmek saf saf gülen. Belki de yalnızlıktan korkmak, kalabalık içinde.
Obsesifmiyim? Sanırım evet. Ama kesinlikle alkolik değilim.
Evet, ben alkolik değilim.
Ben...
değilim...

13 Şubat 2007

Cuma Yorgunluğu

Cuma günü Hakan ve Özge ile Bronx dönüşü ki oraya neden gittiğimi bile bilmiyorum, istiklal caddesi'nden yukarıya doğru yürüyorduk. Bünyelerde yorgunluk yer eylemiş, mızmızlanmaya doğru sürüklüyordu bizi adeta (adettendir ve hatta). Sonra ben saatin 2~3 olduğunua bakar iken, yorgunluğun da vermiş olduğu huysuzlukla, ne olduğunu bilmediğim şeylere söylenmeye başlamak üzere iken, bir anda durdum, yüzümde bir ışık belirdi (sanırım yanından geçtiğimiz barlardan birisinin ışığıydı ama çok anlamlıydı), aydınlanma yaşadım, ve bağırdım: "oley be yarın cumartesi, iş yok, erken kalkmak yok..."

Okur, ben 8 aydır çalışmıyorum, ve 8 aydır bana iş zaten yok. Bu sözler ağzımdan çıktıktan sonra 5 saniye kadar bir duraklama evresine girdim. Beynim meşgul tonu verirken yavaş yavaş, yavaş yavaş dediğim lafın saçmalığı yüzüme vurmaya başladı. "ne işi lan, zaten iş yokki bana, eee niye sevindim ki, yaşlanıyoruz ya...".

Olsun gene de sonraki gün cumartesi idi, iş ve erken kalkmak yoktu, hiç bir sevinç boşa harcanmamalıdır okur, ben de gülümseyerek yoluma devam ettim.

08 Şubat 2007

Sasuke vs. Naruto

Biraz önce Naruto'nun son mangasını okudum, hem de ingilizce çevirisini bekleyemeden. Bir titreme sardı, önce evde kauçuk toplar gibi ordan oraya zıpladım, sonra dedim hastasın dur noluyo git otur yerine. Oturdum, ama duramadım, sonra mangadaki iki sayfalık resmi aldım buraya fıştırtınıvermek istedim bir anda. Bu bir an yaklaşık olarak 5 dakika falan sürdü tabi ama oldu. Narutosever kişilerin resmin üzerine tıklamasını tavsiye ediyorum pek tabi.


Bu bahaneyle haftaya Naruto'nun orijinal hikayeye dönüşünü de kutlamış olalım. Bir de Sasuke neden Naruto'dan daha karizmatik düzenli olarak, açalım artık çocuğun önünü ya.