18 Şubat 2008

mobil plog denemesi




O kadar çok blog yazıyorum ki şimdi de mobilken nasıl blog yazarım diye bakıyorum okur. Ama söyleyeyim zor iş. İki saattir resmi nasıl çeviricem diye bakıyorum ve sanırım çeviremedim.

11 Şubat 2008

Dünyanın güney doğu bölgesi

Bu aralar Prag ilgili çok şey yazmadığımı farkettim (genel olarak zaten bir şey yazmıyorum diyenleriniz olabilir, ama bu Prag ile de ilgili bir şeyler yazmamış olduğum gerçeğini değiştirmiyor...sanırım).

Prag şehri iyi, selamı var, hepinizin ellerinden öpüyor, küçüklerin gözlerine parmak sokuyor, gençlere eşşek şakaları yapıyor. Bunun haricinde Prag şehri benim için miladını doldurdu bile. Aralık ayı itibariyle, Avustralya süresiz vizemi almış olmam ile beraber, istifamı verdim. Önce kabul etmediler tabi, Murat'ım (Bodur'um? iş yerinde tabi hala bir ciddiyet hakim), kardeşim yapma etme, bizi sensiz bırakma, dört bin çalışan kahrolur burada dediler. Bir düşünüyim, düşünürken bana bir cheesecake getirir misiniz, kızım sen de bana sütlü bir kahve koy dedim. Düşündüm çok düşündüm, ama 4 dakika sonra cheesecake bitti. Bir de yanına fıstık sarma istedim, düşünmekten kan şekerim düştü dedim. Ney? demeleri üzerine, Çek kültürünün tatlı anlayışlarının kıtlığı farkettim. Pistachio rolls? ... You know, green, nuts, godly taste, unhealthy?
Eeaaah dedim, sinirlerim bozuldu, fırlattım istifayı suratlarına (şimdi istifa tek kağıt aslında, o yüzden mantık dahilinde tek kişinin suratına fırlatabiliyorum, ama böyle bir durumu öngörüp 100 tane fotokopisini çekmiştim, düz fotokopi tabi, renkli yok bizim ofiste).

Mart sonu itibariyle Prag'a güle güle diyorum. Nisan ayı içinde Melbourne için uçak biletimi bile aldım, şakası kalmadı cidden.

Ayrıca Avustralya hayatımda gördüğüm en çirkin vizeye sahip. Bir kere pembe renkli, ikincisi vizede resmi bir belge olduğuna dair yanar döner hiç bir şey bulunmuyor. Üstüne üstlük bir de vize bu demeyip bir sürü şey yazmışlar. Initial entry, indefinite gibi güzel şeylerin yanında, vizenin tam ortasında çok bomba bir şey yazıyor.
"Not Marry before first entry"

Evet adamlar bunu ciddi olarak vizenin üzerine yazmışlar. 10 kutsal emir gibi.

"Not Marry before first entry"
"Not lie before first entry"
"Not Steal before first entry"
"Not drink cold water with a high body heat, in case you still didn't make your first entry"
"Go to bed early, get a good sleep, if you still didn't cross the damn border"
"Not expect me to write 10 commandments, I am out of ideas"

Oysa ben düğün salonumu bile ayarlamıştım, Avustralya'ya göç etmeyi planlayan tüm arkadaşlarımı da evlenme sırasına dizmiştim.

01 Şubat 2008

Rokfor Peyniri

Ey okuyucu gene bir kaç yüzyıl oldu son yazımdan beri. Bu kadar hevesli, istekli (eğitimli, kariyer sahibi, görmüş geçirmiş, kahve yapabilen biri) iken nasıl olup da bu derece yazamıyor olmam beni bile gorklatıyor.

Tam yazıcam bakıyorum bilgisayarım bozulmuş, o halloluyor sular gitmiş, ha su geliyor, bakıyorum cüzdanımı almayı unutmuşum, derken derken sonra birden uyanıyorum rüyadan noluyor ulan diyerek. Tabi ben noluyor ulan diyorum ama kimsenin dinlediği yok zira üst katta tek başıma (gerçi komşular her daim duyuyorlar beni), duvara karşı bağırıyorum (duvara karşı oldu evet, hatta öyle bile değil zira cam var karşımda, cam da değil pencere, ne ulan bu karşımdaki).

Sonra bir süre yazmayınca bakıyorum arada bir sürü şey var yazmam gereken, ama zaman geçmiş gitmiş şimdi yazsam nolur yazmasam (nolur?). Sonra bu duygu hengamesi içerisinde, titremeler eşliğinde kendime geliyorum, kalkıyorum bir kahve koymaya. Yanına da güzel bir kaşarlı, jambonlu tost, üzerine tatlı ortası reçelli kurabiyelerden (hani bu üzerinde ıvır zıvır tatlı tozlar olan eline alınca her yere dökülüp deli edenlerden, ulan onlar dökülmüyor mu yere nasıl deli oluyorum, al o kurabiyeyi fırlat duvara, ama sonra duvarı temizliycekte benim tabi). Yani burdan anlaşılacağı gibi ben uzun süredir aslında bu üzeri abudik pudra şekerli kurabiyeler yüzünden yazamıyorum okuyucu, ama buna artık bir dur dedim, hepsini çöpe attım, gene yazmaya başlıyorum.

Okuyucu aklında ufak bir soru falan kalmışsa belirtiyim, başlığın yazı ile bir alakası yok. Ama şimdi aklıma gelince canım çekmedi değil (hastasıyım çift negatiflerin).

21 Aralık 2007

Are You Right or Left Brained?

Avşar'da gördüm, çaldım (öncelikle tekme tokat girdim bana mısın demedim, zorla aldım), ben de yaptım ve koydum. Ama okuyucu korkutucu bir şekilde gördüm ki, benim ne idüğüm belirsiz. Testi yapmasam daha iyi olabilirmiş.

You Are 45% Left Brained, 55% Right Brained

The left side of your brain controls verbal ability, attention to detail, and reasoning.
Left brained people are good at communication and persuading others.
If you're left brained, you are likely good at math and logic.
Your left brain prefers dogs, reading, and quiet.

The right side of your brain is all about creativity and flexibility.
Daring and intuitive, right brained people see the world in their unique way.
If you're right brained, you likely have a talent for creative writing and art.
Your right brain prefers day dreaming, philosophy, and sports.

27 Kasım 2007

Sular Kesik

Bugün evden çalışıyorum sevgili okur. Çünkü iki hafta öncesinden bugün ofis içerisinde sular kesik olacağından ofis tatil edildi.

Evet, ofis, sular kesik diye tatil edildi, benim bunu tekrarlayıp durmam lazım kendim de inanmam için.

Düşün okur, Türkiye'deki bir firmada, böyle bir durumda ne yaparlar.
Banyoya bir kova su koyarlar benim tahminim. Yani bana kalsa burdada yan binadan gider bir fincan su isterdim bizde kalmamış diyerek.

Geçen haftada saat 4'te elektriklerin gitmesi üzerine herkes çıkıp içmeye gitmişti. Ofisimi seviyorum.

18 Kasım 2007

Ben fizibilite biliyorum

Bu güzide pazar günümüzde sizlere mühendissel yaklaşımlar, ve proje planlamasından bahsetmek istiyorum sevgili okurlar.

Bu yazı içerisinde değineceğim ana nokta fizibilite çalışması. Bunun temel sebebi, fizibilite çalışmasının proje süresi ve başarısı üzerindeki yoğun etkisi.

Gün gelir, gençlik ateşi ile dolarsınız, bazen bir agresiflik, bazen bir heyecan fırtınası, bir duygusal patlama anında, farketmeden, T0 ve T1 anları arasında, refleksiv bir şekilde duvara yumruk atarsınız. Her gencimizin başına en az bir kere gelmiş bir hadisedir (şimdi konudan sapma okur, ulan bu adam duvara niye yumruk atıyor manyak mı diye, konumuzun bununla bir alakası yok, o değil de ben hatırlamıyorum zaten bu olanları).

Bu hareket öncesinde, proje kapsamında öncelikle bir fizibilite çalışması yapmak gerekmektedir (ney?)

Kısaca örneklememiz gerekirse,
- duvar kolunuzun hareketine göre hangi açı ile duruyor
- duvar nerde
- duvar, gerçekten bir duvar mı, bildiğimiz tuğla, çimento, sıva ile yapılan, bodoslama duvar mı, yoksa olan ya da olmayan bir duvar üzerine kandırıktan ısı yalıtımı adı altına koyulmuş kartonumsu, tipsiz, şekilsiz, adi bir duvar mı (mühendis terimlerinden uzaklaşma seziyorum).
- gerçek duvar olma durumunda, yumruk sonrasında güzide parmak kemiklerimizin ruh hali ne olur
- sahte bir duvar olma durumunda, atılan bu yumruk bu duvara ne yapar (30 puanlık soru).
- bu duvara ne yapar bilemem ama, yaptıktan sonra, ev sahibi bu ne yaptığını bilmediğim şey için depozitodan ne kadar para keser (bu soru para ödüllü).
- o değil de bir duvar vardı, ona ne oldu?

Her mühendis projesinde olduğu gibi, fizibilite çalışması, proje başarısını doğrudan etkileyen ana faktörlerden birisidir.

Bu örnekte gördüğümüz gibi, insan öncelikle kendini bir bilmeli, sonra da evinin duvarını bilmeli. Sonra da yemek yapmayı bilmeli (yani bilse fena olmaz yemek yapmayı, ben bilmiyorum ne bulsam karıştırıyorum, ama bu konuya sonra değinmek daha sağlıklı olabilir).

Bir de bizim bu duvarlar bu kadar ince, komşu benim her yaptığımı duyuyor mu acaba bu konuda da ufaktan tereddütler yaşamaya başladım. Komşu bunu okuyorsan bil ki, o seslerin hiç biri benden değil, valla, Kuzey yapıyor hepsini.

13 Kasım 2007

Mr. Raindrop

Mr. Raindrop falling away from me now,
Mr. Raindrop falling away from me now...

Do you know how much you mean to me?
Why must you leave?
I'm just a flower on a tree
Why must you leave?
Mr. Raindrop falling away from me now...

05 Kasım 2007

Havadan Sudan

Prag semalarında havalar tekrardan inişe geçti sayın okurlar. Bir süre eksi dereceleri görücez geceleri gibi. Şu anda dışarıda hava sıcaklığı -2 derece, ben ise sıcacık evimde mutlu mutlu kahvemi içiyorum.

Evet evet okuyucu, inanılmaz gerçekleşti ve son 2 haftadır sıcak bir evimiz var (tabi bu noktaya kadar burada yazmamış olsam da birden fazla kere soğuk sebebiyle ölüm tehlikesi yaşadık, beraber yaşamadık tabi Kuzey ile, farklı farklı zamanlarda da yaşadığımız oldu, malum eve aynı saatte gelmiyoruz bazen).

Tabi şimdi bu ısıtıcının çalışır hale gelmesi hadisesinin arkasında biraz uzunca bir hikaye var, beklenildiği gibi bir düğme açarak olmadı bu iş. Öncelikle ben sigortadan bu meretin şalterini buldum, açtım, çocuk ışıkları yakıp kapatıp bana göz kırpmaya başladı. Biz oluşan hafif ısı ile evde sevindirik olup tam halaya çıkmışken (burada abartı var sanma ey okur, 2-3 kere ölümden dönünce insan ne yaptığını şaşırıyor), kısa bir süre sonra farkettik ki basınç azlığından ikaz ışıkları eşliğinde kombimiz tekrar buz gibi olmaya başlamış.

Gel zaman git zaman, şalterleri kaldır indir zaman, bulduğun her yere her şeyi sok çıkar zaman, benim kafam bir miktar attı. Şimdi hep beraber benim kafamın biraz atmasının görsel yansımasına bakalım: ben kombinin önünde kocaman açılmış gözlerle boş boş bakıyorum, önümde tüm kapağı sökülmüş telleri boruları çıkmış bir kombi, ayağımda vidalar kapaklar, önümde bir boru ve ucundan siyah renkli su parkeye akıyor.

Öncelikle bu durum karşısında dedim ki: #@½½%+&!!!!!! (incomprehensible swear word) (niye ingilizce yazıyorsun ulan tepkisine karşı yumuşatılmış türkçe çeviri: muagoodddduuuuuwöeaaaaaaa).

Şimdi burada bir açıklama yapmak istiyorum. Ben hayatımda tek bir vana tipi gördüm. Kapalı iken vanayı çevirince açılan ve açtıktan sonra geri çevirince kapanan vana. Ha bu benim deneyimsizliğimden kaynaklanmış olabilir okur. Bizim kombinin vanası bunlardan değilmiş. Zira kendisini açtım, su akmaya başladı, geri çevirdim, bütün beklentilerime karşın vana kapanmadı. Artan sinir ile beraber artan güç seviyesine rağmen, vana gene de kapanmadı. Ben de bu dehşet durum karşısında yapılabilecek tek şeyi yaptım. Suyun bitene kadar akmasını bekledim (evet bunu da yaptım okuyucu). Basınç sıfıra inince de, muhteşem teknik yaklaşımımla, söktüğüm her şeyi yerine tam olarak taktım, duvarı ve yeri sildim, arkamda hiç bir delil bırakmadığımdan emin olduktan sonra ev sahibini aradım.

Ev sahibine tabi ki bu durumu söylemedim, sadece, "ya abi naber, hal hatır sorucaktım, nasıl keyifler? bir de bizim kombi çalışmıyor su yok diyor, nedir?" dedim. Ev sahibi eve kocaman alet çantası, 2-3 adette boru ile girdiğinde zaten bunu kendi başıma yapamayacak olduğumu anladım (lan o saatten sonra anlasan ne olucak, duvar siyah oldu, sonra sildim süper gerçi, ev sahibi geldiğinde cillop olmuştu). Sonra ev sahibi boru moru uğraşırken, hahaha abi bak sohbet ederken vakit nasıl da geçiyor benim de ofise gitmem lazım hadi öptüm çok dedikten sonra evden hızlıca kaçtım.

Geldiğimiz de artık sıcak bir evimiz ve çalışan bir kombimiz vardı. Biraz inceledim sonra içerisini, yerde hafiften su izleri, duvarda nem falan vardı. Tahminen boru adamın suratına patladı, geçmiş olsun diyorum, o kadar kira alırsan bunlara da kaytlanıcaksın (adamın suratına bir daha bakmamayı umuyorum, feci girebilir bana).

Ayrıca geçen haftasonu 3 günlüğüne Paris'e gidip muhteşem bir mini tatil yaptım okuyucu. Ama turistik olarak anlatıcak pek bir şey yok o yüzden bir şey yazmıyorum (Paris len işte, demir kule, notr' dame kamburu, beyaz kilise, leş fransızlar bitti zaten, önemli olan tatilin genel konsepti).

19 Ekim 2007

Tatil Dönüşü

Tatilden döndüm ey okur. Bırak o elindeki soğuk lazanyayı.

Süper bir tatil geçirdim diyebilirim. (diyebiliyorum okuyucu evet ben bunu yapabiliyorum, sen yapamıyorsun, hahaha haha ha, ha, ha....) Evet okuyucu süper bir tatil geçirdim. Şimdi sen istemesen de ben burada kısa kısa anlatıcam hepsini. (gerçekten istemeyenler, yoklama kağıdına imza atıp arka kapıdan çıkabilir, sonradan ders notlarını powerpoint olarak internete koyucam)

Öncelikle muhteşem planlama örneği göstererek, Barcelona'ya Banu ve Neslihan hanımefendilerden (aramızda biraz mesafe bırakıyorum dikkat edersiniz, yazının ilerleyen kısımlarında kendilerinden, len Nes bir çay koysana, Banu oda soğudu pencereyi kapat şeklinde bahsedeceğim) tam 5 saat öncesinde vardım. Sonrasında tabi şehre gitmekle uğraşmamak için, kendime yeteri derecede abur cubur stokladıktan sonra bir koltuğa çökerek 5 saat boyunca psp oynadım, ha bu bana bir şey kattı mı? Takriben, 1 kilo ve göz ağrısı.

Sonrasında İstanbul uçağının da inmesi ile beraber önce hemen bir Voltron'u oluşturduk. Oluşturduk diyorum okuyucu ama sen iki kişi eksik olması gibi noktalara takılma hiç olur mu?

Barcelona'da tam merkezde bir hotelde kaldık. Dallama İngilizleri saymazsak, oldukça güzel bir yerdi, ama dallama İngiliz'leri de saymadan edemiyorum, gönül ister ki ağızlarını burunlarını şuracıkta... Barcelona'da genel konsept bulduğumuz her şeyi yiyip içme, ve bütün tabelaların altında fotoğraf çektirmek üzerine kuruluydu. Ayıp olmasın diye Gaudi'nin eserlerini, parkı falan da gördük tabi.

Sonrasında uçağımıza (uçak aldık evet) atlayıp Porto'ya doğru yola çıktık (havada yol olmuyor gerçi, nereye çıktık lan biz). Porto nasıl şeker bir yer, nasıl şeker bir yer, nasıl şeker bir yer (nasıl şeker söyleyin artık biriniz durmak istiyorum). Muhteşem binalar, tipik bir Akdeniz şehri, muhteşem şaraplar ve yemekler. Gerçi Porto gezisinin bir kısmını hatırlamıyorum. Ayrıca ben orda kafa güzel, Porto Şarabııııı diye mesaj attıktan sonra, bana uzun bir, Porto'da bunun heykeli var git bul, şapkasını al, heykel önünde foto çektir diyen Burcu hanıma buradan selam ederim.

Daha sonrasında tay tay bir tren yolculuğu ile Lizbon'a doğru ilerledik. Lizbon hakkında söylemek istediğim ilk şey sevgili okuyucular, Avrupa sınırları içerisinde gördüğüm en çirkin kadın topluluğunu barındırıyor olması. Buradan alınanlar olabilir bilemiyorum, ama saklıyabileceğim bir gerçek değil, gerçekten böyle, Allah'ım tüylerim diken diken oldu gene... Lizbon bir günlük bir yer okuyucu, başka insanlar ne derse desin, benim bir daha asla gitmeyeceğim bir yer.

Aslında çok şey var anlatıcak ama genel olarak böyle şukela bir tatildi. Şimdi foto analize geçebiliriz.


Porto Şawabıııııııı


Sangria ve Yemekkkkkk


Yemekkkkkkk


Daha çok yemekkkkkkkkkk

Evet foto analizin çok açıklayıcı olmadığının farkındayım, ama elimizdekilerle yetinmemiz gerekiyor bazen.


Bir de böyle bonus bir fotoğraf var. Porto'da otelin camından dışarı kafamı çıkardığım zaman, bir beş saniye kadar meşgul tonu vermemi sağladı bu durum, fotoğrafını çekemeden edemedim.

06 Ekim 2007

Tatil

Ey okur, yarın tatile çıkıyorum. Barselona, lizbon, porto. Sanırım. Yani tatile çıkıyorum o kesin. Ama nereye gidiyorum tam emin değilim, sanırım bu saydıklarım, olmayadabilir, çok önemli de değil sanırım. Ben yokken başınızın çaresine bakın. Dolapta lazanya var, onu ısıtın, akşama yersiniz.

22 Eylül 2007

Ofis mofis

Güzel bir cumartesi gününde daha seninle ofiste beraberim sayın okuyucu. Enteresan bir cuma gecesinin ardından sabah yataktan fırlayarak ofise gelmek pek eğlenceli değil açıkçası, hayır iş yaptığım da yok, ama yeni versiyonun canlıya alınması sebebiyle burda olmamız gerekiyormuş. Hani bir şeyler ters gidebilir diye.

Açıkçası söylüyorum bir şeyler ters giderse, saniyesinde panik yapıp bağırmaya başlarım. Sonra koridorun başından başlarım koşturmaya ellerimi sağa sola sallayarak, aynı anda bas bariton bir şekilde böğürerek, koridorun sonuna doğru gelince de direkt kafamı mutfaktaki dolaplardan birine koyup, geri sekerek yere düşer bayılırım, mümkün mertebe burnumdan kan akıtarak. Budur. Daha fazlasını beklemesinler benden, cumartesileri ancak bu kadar.

Birazdan Guild Wars açmayı planlıyorum duruma göre.

Ayrıca buralar gene bir coştu okuyucu. Hava son derece şeker, güneşli, öğleden sonra kendimi parka vermeyi planlıyorum tekrar. Herkes bir açıldı saçıldı, iki dakika güneş gördükleri anda mod değiştiriyorlar. Gerçi hava soğukken de pek bir kapandıkları yok bu çocukların.

Prag'daki hayatımın özeti:

Bu yeni bardak tutucu dizaynımızda, hem görselliğe hem de kullanıma özen gösterdik. Adidas havasındaki tasarım, siyah üzerine vurucu açık mavi çizgiler, bir yanında yazan İmparator yazısı ve Bundesrepublik Deutschland damgası ile kendine güvenen genç kesimin stil arayışına cevap verirken, iç bölümünde kullanılan sıvı nitrojen tüpleri, wireless termostatı ile de teknolojide hep bir adım önde olduğunu böğürüyor suratımıza. Her daim buz gibi biranızı bitirdikten sonra, dilerseniz ayağınıza geçirdiğiniz bu bardak tutucusu yakında sitede satışa sunulacaktır.

(Dip not: ayağa geçirme konusu espiri amaçlı yapılmıştır, denemeyiniz, testlerimizde ayağa geçirilen hiç bir bardak tutucu donma sebebiyle geri çıkartılamamıştır, ve deneklerin ayakları bileklerden kesilmek zorunda kalınmıştır!)

Geçen hafta cuma günü gene bir canlıya alınma sebebiyle sabah 5'te uyanarak evden çalışmam gerekti. O saatte kalkmışım zaten kafam bir dünya, ardışıl kahve shot yapıp duruyorum, kahvaltı namına önümde yandan yemiş bir kurabiye, anlamsız kod parçalarına bakıp otururken, birden komşumun evinde radyo açıldı. Sonra Tarkan çalmaya başladı, ev ahalisinin konuşmaları arasında. Bir an gerçekten mavi ekran yedim. Nerdeyim lan ben, ne oluyor burası neresi, Mecidiyeköy'de miyim acaba suallerine cevap ararken sonra şarkı değişti. Arkasından bir Kenan Doğulu şarkısı falan gelse sanırım orda kafayı masaya vururdum. Bu arada bu yazının içeriğinden sanki ben kaçış anlarında kafamı duvara vuruyorum gibi bir şey çıkıyor, yok arkadaşım öyle bir şey, ne alakası var, gelmeyin üzerime, DANKKK..., ah....

04 Eylül 2007

Autumn Blues

Sonbahar geldi. Hem de fütursuzca geldi. An itibari ile hava sıcaklığı 7 derece ve biz evde donuyoruz (ha ısıtıcıyı yaksak donmıycaz tabi, bir akıllı sen varsın okuyucu bravo, ısıtıcının nereden açıldığını bilsek açıcaz, bilgisayar oyunlarında ne güzel, böyle yapman gereken bir şey olduğunda parıl parıl gözüne giren bir vana, kol mol bir şey olur, zaten tüm odada kullan tuşuna bastığın zaman tek çalışan şey de odur. Odunlar için olan oyunlarda bir de ok olur ekranın tepesine oraya doğru seni götüren. Ha ben evde uzun süre aradım bunu, baktım hiç bir yerde ok falan yok. Hiç parıldayan bir şeyde görmedim. Gördüğüm bir iki şeyi çevirdim, açtım kapadım, su aktı, ışıklar yandı söndü falan (suyu kapatmadım galiba ya), ısınan hiç bir şey yok daha, ulan acaba evin beta sürümüne mi girdik ki, bitmesini bekleseydik keşke. Yakında salonun ortasında bir mangal denemesi yapabilirim).

Ama olsun beni aldı bir sonbahar mayhoşluğu tekrardan. Koyu gri bulutlar, hafiften çiseleyen yağmur, arka planda güzel bir irish drinking song, yanına mütevazi bir şekilde 15 tane bira. Böyle bir pub'da oturup, müzik dinlerken saatlerce dışarısını seyredip, hayal kurup içmek istiyorum (ulen biliyoruz iş var, işe gidicez, evde yapmam gerekenler var, o var bu var, hayal kuruyoruz).

O değil de, acaba Osman ne yapıyor ya...

31 Ağustos 2007

The Cherry Cokes

Uzun bir zamandır takıntılı bir şekilde japon müzik gruplarını araştırıp duruyorum. Çok enteresan tarzlarda müzik yapan gruplara denk geldim, ama bugün bulduğum bir tanesi beni müziğin başlamasıyla birlikte yere yıktı, hastası oldum. Gene muhteşem japonlar ve bu sefer İrlanda halk müziği yapıyorlar. Her biri birbirinden tarz, kafaları karışmış komple, sonunda bari İrlanda müziği yapalım demişler. Bulun dinleyin, albümlerindeki bir kaç country tadında yavaş şarkı dışında, diğer şarkılar son derece eğlenceli. Bir de anlaşılmaz bir ingilizce yerine doğrudan japonca söyleseler, kendilerini mıncıklamaktan öldürürdüm. Ayrıca flüt çalan genci gerçekten eve alıp, salonun köşesine koymak istiyorum, bardaki ablayı da (evt evt saksafon çalan), ama onu salona koymayabilirim.



Aranızda Ska sevenler var ise buyrunuz bu da bonus (Ore Ska Band - Pinnochio):

Cesur Yeni Dünya

İki gün önce askerlik tecilimi yaptırmak için konsolosluğa gitmem gerekiyordu. Bir sürü ıvır zıvır belgeyi topladıktan sonra, ofisten sessiz adımlarla süzülerek, Prag'ın hiç bilmediğim (zaten sanırım evimin sokağı dışında hiç bir yeri bilmiyorum) bir yerine doğru yöneldim. Müzik dinleye dinlye metro, tramway modeliyle bir süre yolculuk ettim.

Bir noktadan sonra, çok uzun bir zamandan beri ilk defa, kendimi yabancı bir yere gelmiş gibi hissettim. Bahçeli, çok güzel tek katlı evleri, tepelere tırmanan yokuşları, parkları gördükten sonra, bir anda 15 yaşıma döndüm. Tek başıma Almanya'ya gitmiştim bir aylığına. Çok cesur hissetmiştim kendimi. Her yer yabancı, herkes yabancı, tek başımayım, ve her şeyden ben sorumluyum. Her şey çok gizemli, sürpriz kutuları gibi gelmişti bir ay boyunca. Sanki yıllarca kafesde yaşamış ve şans eseri dışarıya çıkmış birisi gibi (diyorum ama bu nasıl bir benzetme kardeşim ya, kuş falan de bari, gerçek hayata adapte et, renklendir biraz).

Bir anda kendimi 15 yaşında Almanya'daki gibi hissedince inanılmaz bir mutluluk bastırdı. Gene cesur hissettim kendimi, gene sürprizlerle çevrili gibi. Sallana sallana indim yokuştan aşağıya. Sonra hop, gire gire Türk Konsolosluğuna girdim. Bir anda gitti tüm cesaret, hayal, özgürlük duyguları. Karşımda Osman amca, yanında Ayşe teyze, çay bardakları, Türkiye posterleri. Aha dedim, geldik bizim mahalleye.

İşlerimi halletim, çoluğa çocuğa selamlarımı gönderdim, helalleştim, çıktım tekrar dışarıya. Gene aynı duygu. Bir süre daha gitti böyle. Sonra şehrin merkezine, karmaşanın ortasına döndüm, gitti tüm şevkim heyecanım tekrar.

Bu konuda ne yapmam lazım bilemiyorum okuyucu (konunun ne olduğunu ben bile bilmiyorum o yüzden, ne konuda ne yapıcaktı ki falan gibi sorularla zorlamayın kendinizi, yazıverdim o cümleyi, kaldı.)

29 Ağustos 2007

Rebuild of Evangelion

Gene sabahın bir saatinde ofisde durduğum yerde zıplamaya başladım. Gene dediysem bunu saat başı falan yapıyor değilim, yapıyor olsam bile size söylemem. Sonra hakkımda çok enteresan görüşleriniz oluşmaya başlar, bunlar birikir kocaman olurlar, arkadamdan dedikodular yaparsınız, altın günlerinde oturup sadece beni çekiştirmeye başlarsınız, benim devamlı kulaklarım çınlar, hapşurmaya başlarım, hayat çekilmez olur, işe gidemem, param kalmaz, durduğum yerde zıplarım gün boyu.

Saat başı durduğum yerde zıpladığım falan yok okur, çıkar bu fikirleri kafandan.

Diyeceğim şudur ki, Evangelion serisinin orijinal yapımcıları, seriyi 4 film halinde yeniden yapıyorlar, ve bu 2008 yılı başı itibariyle sinemalarda gösterilmeye başlanıcak. Aslında 3 film ve bir son, 3. film ile son aynı anda gösterilecek, ve hepsinin 2008 senesi içinde gösterilmesi planlanıyor. Ben fragmanı izledikten sonra zıplayıp durmaya başladım, aslında baştan söylemek istediğim buydu, sonra işte böyle konu oraya buraya gidiyor falan, yanlış şeyler bunlar.

17 Ağustos 2007

Memleket Yemekleri

Vatan topraklarına döneli 1 hafta oldu olacak (tam oluyor sonra hop vazgeçiyor, sonra gene bir kararsız olucak gibi sonra hop 1 gün geriye atlıyor, ama niyetli olucak, seziyorum). Sanki yıllar geldi geçti, sürüldüm yabancı topraklara, vatan hasretiyle yandım tutuştum, yıllar sonra bir fırsat buldum döndüm buralara, altı üstü kıçı kırık 3 ay oldu, olsun hayatı dolu dolu yoğun duygularla yaşamak lazım.

Kendimi bildim bileli (başka neleri biliyorum tam emin değilim) yemek konusunda son derece problemsiz olmuşumdur, bunda en büyük etkenin küçükken karnı yarığı yememekte inat ettikten sonra babamın masadan kalkmamı yasaklaması olduğuna inanıyorum, zira 3 saat sonunda gözü yaşlı bir şekilde (ki bu tamamen karnıyarık ile aramda o 3 saatte duygusal şeyler olmasından dolayı idir) karnıyarığı lüp diye yuttuktan sonra, ulan ben malmıyım niye yemiyorum bunu demiştim, ve şu anda en sevdiğim organik tabanlı maddeler içerisinde patlıcan tepelerde yeralmakta.

Açıkçası durum gerektirirse kendimi hep oturduğum masayı bile yiyebilecek bir kişi olarak görmekteyim (boş konuşmuyorum orda aranızda söylenenler var görüyorum, yedim ulan, evet bir gün masamı yedim, biliyorum da konuşuyorum, demir iskeleti kaldı geride bir tek).

İstanbul'a gelirken annem tüm anaçlığı ile tabi ki bana yemek için neler istediğimi sordu, benim ise aklımda en ufak bir şey olmadığı için, anne hiç önemi yok diye cevap verdim, bu şekilde kendimi tüm ev yemeklerinden de yoksun kılmış oldum, ve hatta şimdi düşününce evde hiç yemek yemedim geleli. Ama geldiğimden beri, midye dolma yedim, kızılkaya hamburgeri, döner dürümü yedim, çeşit çeşit kebap, içli köfte, çiğ köfte yedim, onlarca çeşit meze yedim. Ama aldığım haz 6 ay önce yerken aldığımdan farklı olmadı. Ta ki dün akşam evde otururken annemin tüm ev yemeği yapma ısrarlarına rağmen, dominos pizzayı arayana kadar.

Büyük boy, dubleks cheddar peynirli extravaganza pizzayı adamın elinden sökerek aldıktan sonra koşarak mutfak masasına bıraktım, adam hala kapıda parasını almayı bekliyor olabilir bu andan sonra kendisine hiç ilgi göstermedim. Annem bardaklara kola doldururken ben yavaş hareketlerle kutunun kapağını sanki undermountain zindanlarında bir define sandığı açıyormuşcasına kaldırdım. Daha sonra olan ise, T anı ile T+1 anı arasında, kutudaki dilim sayısının bir azalması oldu. Annemin korku dolu bakışları altında, transformers filmindekine taş çıkartıcak bir ağız dönüşümü ile dilimi ağzıma tıkmışım, ben mutluluktan sadece tünelin sonundaki ışığı gördüğüm için o an hakkında pek bir anım yok.

-Murat??
-Nolduwmmghh anneeciimghhh gnam gnam uhmmm, kolammm nerdehummghhh nam.
-...
-Roarrrrrrrr
-Oğlum dur gözüne sokuyorsun dilimi...

Memleketimin güzel yemekleri içerisinde döndüğüm zaman aklımda kalan ve en özlediğim korkarım ki dominos pizza olacak. Ama güzeldi be, umarım annemde aradan bir iki dilim kurtarmayı başarmıştır.

The Melancholy of Suzumiya Haruhi v.2.0

Wöeaaaaa, wohoooo, oolleahaaaaaaaaaaa, wooooo..
Suzumiya Haruhi'nin ikinci sezonu yapılacakmış, bu şu anda uzun zamandır duyduğum en güzel haber (bazılarının, böylesine bir habere bu kadar sevindiğime göre, oldukça heyecansız bir hayatım olduğunu düşündüğünü tahmin ediyorum, size bir şey derim şimdi ama neyse...). Yayınlanma tarihi dahil en ufak bir bilgi yok ama olsun, sırf haberi bile beni mutlu etmeye yetti, ben şimdi oturup ilk seriyi 15 kere izlerim bu keyifle.

Konu hakkında minimal bir merakınız dahi var ise buradan seri hakkında biraz bilgi alabilirsiniz:
The Melancholy of Suzumiya Haruhi İnceleme

08 Ağustos 2007

Tarihi Kent

Bu sabah gene uyuyamadığım bir gece ertesinde, salak saçma bir saatte kalkarak, duş, traş, minimalist tostcuk aksiyonlarının ardından işe doğru yöneldim. Aslında işe doğru yönelmedim, zira beni işe götüren tramvayın güzide durağı zıt yönde, bu yüzden aslında durağa yönelmiş oluyorum, ama niyetim işe doğru, bu sebeple bunu göz ardı edebiliriz, yani aslında niyetim de işe doğru değil, manyak mıyım, niyetim de aslında geri evime doğru, ya da ne biliyim hemen yakındaki parka ya da beer garden'a, ne gereği var işe gitmenin... evet işte, işe doğru yöneldim sonuçta.

Dokuz numaralı tram uzakdan yaklaşırken (aslında sadece 100 metre ötedeki köşeyi dönerek geliyor, yani benim en uzak kavramım 100 metre burada), ben de her sabah olduğu gibi zaman çizelgesini inceleyen turistleri inceliyordum, bazen çok güzel turistler oluyor.

Tram kapısı açıldığında son derece kibar doğam gereği, inen insanlara yol verdikten sonra kendimi içeriye doğru attım, attım ve nerdeyse gözüme bir kaç parça tüy giriyordu. Ama girmedi. Olay sonrasında ani bir zoom out yaparak, noluyoruz ulan ünlemimi ağzımdan dışarı salmadan duruma hakim olmak istedim. Gerçekten de tüyler vardı tam suratımın önünde, tüy sonuçta neden heyecanlanıyorsun anlamadım. Sonra anladım gerçi. Tüyler bilumum tahta okların sırtında durmaktaydılar. Bunu kabullendikten sonra önüme döndüm, tavandaki demirlerden birisine tutundum ve tram'in kalkmasını beklemeye başladım.

Kısa bir süre sonra, herhangi bir ortaçağ bilgisayar oyununda olmadığım dank edince, kafamı hiç ilgilenmiyormuş edası ile sağa doğru çevirdim. Hiç başarılı olamadım zira yaklaşık 1 dakika kadar kafamı geri çeviremedim. Evet o tüyler gerçekten de tahtadan okların sırtında durmaktaydılar. Pardon sırtınızda oklar duruyor demek isterken, susakalan insanlar gibi ben de, hemen bu isteğin ardından, kişinin elinde tuttuğu yaya odaklandım. Şimdi tabi aslında yayı olmayan bir insanın bir sürü ok taşıması hiç anlamlı olmayabilir.

Bu er kişinin en güzel yönü ise, bu enteresan objeleri, onun bunun işe giderken sırt çantasını, dizüstü bilgisayarını taşıması gibi taşıyor olmasıydı. Son derece rahat bir şekilde, tek eli yayında, tek eli tram'in demirlerinde, sırtında okları ile. Sonradan ufak ufak açıldıkça farkettiğim ise, yayın tamamen basit bir şekilde el yapması olmasıydı. Oklarda pro oklar gibi değildi, daha çok çakı ile düzleştirilmiş ufak tahtalara, şanssız bir güvercinin sürtülmesi ile oluşturulmuş bir hali vardı. Okların durduğu çanta deriden, el dikişi ile tutturulmuştu. Üzerindede maksimum sadece yeşil bir t-shirt ve pantolon vardı (evet evet bariz ranger ya da druid).

Onun doğallığı karşılığında neredeyse dönüp, "pardon kardeş savaş hangi duraktaydı? ben buralarda yeniyim de" diyecektim, demedim, desem de anlamayabilirdi çeklerle iletişim konusunda problemlerim var. Ben de sustum onun yerine, ofisimin durağına gelmiştik bile zaten. Prag gerçekten de tarihi bir kent ya dedim kendi kendime. Sonra sıkıcı bir iş gününe başlamak için ofisime yöneldim. (bu noktada doğru oluyor evt, duraktan inince hemen karşımda görebiliyorum ofis durağımı, doğrusal anlamda doğru, düşünün o derece doğru yani)

Nightmare

Bu aralar tekrar kafayı taktığım yeni bir capon grup var. Anime izleyenler için, grubun caponya dışında en çok bilinen çalışmaları Death Note'un birinci açılış ve bitiş müzikleri.

Çocuklar çok güzel, bir sürü albüm çıkarmışlar, hepsi okumuş, iş sahibi, tadından yenmezler. Grubu bulup psikopat gibi dinlemek istememin asıl sebebi daha çok Claymore'un girişindeki şarkıyı dinledikten sonraydı, sonra dinlerken, ya bu çocuklar biraz tanıdık geliyor sanki derken, web sayfasının öküz gibi gözüme death note referanslarını da sokması sonucu öğrendim.

Bir sürü albüm, single, video yapmışlar. Özellikle çocukların üzerinden stil akıyor. Muhteşem kıyafetler, makyajlar, tavırlar, artı güzel çalıyor olmaları (evet hastayım ulan).

Özellikle son iki gün içerisinde 8.94 milyon kere üst üste dinlediğim şarkılarının klibini buraya koymak istiyorum, koydum.


Bu şarkıyı sevmemiş iseniz, zaten yazının devamını okumayın, ama zaten yazının devamı da olmayacak hihohohohaha hha ha ha, hmmmm.

Tamam olsun, bir de Death Note açılış şarkısı the World'un klibi:

25 Temmuz 2007

Bana başlık deme

(Yazar sessizce kapıya yaklaşır, elini kapı koluna doğru uzatır. Sessizlik içerisinde kolu indirir, duyamadığı klik sesinin getirdiği mutlulukla, yavaşça kapıyı kendisine doğru çekmeye başlar. Aralanan kapıdan içeriye doğru ufak bir bakış atar. İçeride herkes bir şeyler ile ilgilenmektedir. Kimsenin kapıya bakmadığını farkettikten sonra, yavaşça parmak uçlarında ilerlemeye başlar yazar. Aslında yazar adidas ayakkabılarının burnunun üzerinde ilerlemektedir, ama parmak uçları istenen etkiyi daha baskın olarak anlatabilmektedir. Yazar ise bunu kafasına takmadan bir kedi misali kapı aralığından geçer. Duvara bitişik olarak balerin edasıyla (bu nasıl oluyor gerçekten bir fikrim yok), salonun ucundaki masasına doğru ilerler (burada masası konseptini, masanın üzerinde duran "yazar" isimli tabela ile oluşturuyoruz). Köşeye yaklaştığı zaman, odanın kalanına ürkek bir bakış atar (kocaman salon gelip şimdi oda oldu). Herkes bir şeyler ile ilgilenmektedir, hatta kimse yazarı kaale bile almamaktadır. Yazar son 10 metreyi, 2 saniyenin altında koşarak, sandalyesine ulaşır, acil durumlar için masanın en alt çekmecisinin altına bantladığı yumuşak uçlu b2 kurşun kalemini yerinden söker. Onu oraya ilk yapıştırdığı günkü anılar bir anda gözlerinin önünden akar (korkmayın len, anlatmıycam onları). Yeni bir sayfayı çevirip yazmaya başlar... "çıt"...kalemin ucu kırılır. Ne yazık ki masanın altında acil durumlar için bantlanmış bir kalemtraş bulunmamaktadır. Yazar sonunda eeeeh diyerek en öndeki okuyucudan fazladan bir kalem ister.)

Prag'a taşınalı tam iki ay oldu. Bana sanki 6 ay (niye 6 acaba, 8, 10?) gibi geliyor olması çok ilginç. Sanki çok alışmışım, çok uzun zamandır burada yaşıyormuşum gibi geliyor.

Kuzey 20 günlük bir tatile çıktığından, ben de o arada eve maksimum sayıda misafir aldım. Amerikalı, Kanadalı, Avustralyalı derken oldukça eğlenceli zaman geçiriyorum okuyucu. Şimdi yani burdan sanki Kuzey gelmesin gibi bir anlam da çıkıyor, o değil tabi tam olarak çıkacak sonuç, korktuğum kadar sıkılmadım tek başına evde kaldığım zamanda (şimdi Kuzey bunu okur falan diye yazıyorum okur yoksa, salla, tek başıma nasıl eğlendim belli değil).

Yalnız özellikle 10 gün aralıksız ingilizce konuştuktan sonra, burda da kendi kendime ingilizce düşünmeye başladım. Almanya'da da daha önce almanca düşünmeye başlamıştım, ve zaten almancayı çok sevmediğim ve ingilizcem kadar da iyi olmadığı için, o dönemde düşünme gücüm onda birine inmişti. Yani insanın durup dururken çok iyi bilmediği bir dilde düşünmeye başlayıp, sonra o dili iyi bilmediği için iyi düşünememesi ve bir anda idiot statüsüne inmesi kadar saçma bir durum yok. Sonra titreyip napıyorum lan ben diyor insan.

Gelen misafirler ile şehri dolaştıkça şehri tanımaya başladığımı farkettim. Hala turistik olarak şehir hakkında en ufak bir fikrim yok, olmasını da beklemiyorum ve hatta istemiyorum. Ama hangi bar nerde, market, restaurant, alışveriş merkezleri nerde ayaklarım ezberlemiş, bilincimden tam emin değilim. Zira ben hala dolaşırken neyin nerde olduğunu farketmiyorum, ama sonra ayaklarım önünde durduğu zaman, aha aha biliyormuşum diyorum.

Bir de ben bazen çok salak laflar ediyorum, sonra monolog monolog kayboluyorum.

- well my grandma was blond and also had green eyes... well, in fact she still has... I guess I just killed my grandma.