25 Temmuz 2007

Bana başlık deme

(Yazar sessizce kapıya yaklaşır, elini kapı koluna doğru uzatır. Sessizlik içerisinde kolu indirir, duyamadığı klik sesinin getirdiği mutlulukla, yavaşça kapıyı kendisine doğru çekmeye başlar. Aralanan kapıdan içeriye doğru ufak bir bakış atar. İçeride herkes bir şeyler ile ilgilenmektedir. Kimsenin kapıya bakmadığını farkettikten sonra, yavaşça parmak uçlarında ilerlemeye başlar yazar. Aslında yazar adidas ayakkabılarının burnunun üzerinde ilerlemektedir, ama parmak uçları istenen etkiyi daha baskın olarak anlatabilmektedir. Yazar ise bunu kafasına takmadan bir kedi misali kapı aralığından geçer. Duvara bitişik olarak balerin edasıyla (bu nasıl oluyor gerçekten bir fikrim yok), salonun ucundaki masasına doğru ilerler (burada masası konseptini, masanın üzerinde duran "yazar" isimli tabela ile oluşturuyoruz). Köşeye yaklaştığı zaman, odanın kalanına ürkek bir bakış atar (kocaman salon gelip şimdi oda oldu). Herkes bir şeyler ile ilgilenmektedir, hatta kimse yazarı kaale bile almamaktadır. Yazar son 10 metreyi, 2 saniyenin altında koşarak, sandalyesine ulaşır, acil durumlar için masanın en alt çekmecisinin altına bantladığı yumuşak uçlu b2 kurşun kalemini yerinden söker. Onu oraya ilk yapıştırdığı günkü anılar bir anda gözlerinin önünden akar (korkmayın len, anlatmıycam onları). Yeni bir sayfayı çevirip yazmaya başlar... "çıt"...kalemin ucu kırılır. Ne yazık ki masanın altında acil durumlar için bantlanmış bir kalemtraş bulunmamaktadır. Yazar sonunda eeeeh diyerek en öndeki okuyucudan fazladan bir kalem ister.)

Prag'a taşınalı tam iki ay oldu. Bana sanki 6 ay (niye 6 acaba, 8, 10?) gibi geliyor olması çok ilginç. Sanki çok alışmışım, çok uzun zamandır burada yaşıyormuşum gibi geliyor.

Kuzey 20 günlük bir tatile çıktığından, ben de o arada eve maksimum sayıda misafir aldım. Amerikalı, Kanadalı, Avustralyalı derken oldukça eğlenceli zaman geçiriyorum okuyucu. Şimdi yani burdan sanki Kuzey gelmesin gibi bir anlam da çıkıyor, o değil tabi tam olarak çıkacak sonuç, korktuğum kadar sıkılmadım tek başına evde kaldığım zamanda (şimdi Kuzey bunu okur falan diye yazıyorum okur yoksa, salla, tek başıma nasıl eğlendim belli değil).

Yalnız özellikle 10 gün aralıksız ingilizce konuştuktan sonra, burda da kendi kendime ingilizce düşünmeye başladım. Almanya'da da daha önce almanca düşünmeye başlamıştım, ve zaten almancayı çok sevmediğim ve ingilizcem kadar da iyi olmadığı için, o dönemde düşünme gücüm onda birine inmişti. Yani insanın durup dururken çok iyi bilmediği bir dilde düşünmeye başlayıp, sonra o dili iyi bilmediği için iyi düşünememesi ve bir anda idiot statüsüne inmesi kadar saçma bir durum yok. Sonra titreyip napıyorum lan ben diyor insan.

Gelen misafirler ile şehri dolaştıkça şehri tanımaya başladığımı farkettim. Hala turistik olarak şehir hakkında en ufak bir fikrim yok, olmasını da beklemiyorum ve hatta istemiyorum. Ama hangi bar nerde, market, restaurant, alışveriş merkezleri nerde ayaklarım ezberlemiş, bilincimden tam emin değilim. Zira ben hala dolaşırken neyin nerde olduğunu farketmiyorum, ama sonra ayaklarım önünde durduğu zaman, aha aha biliyormuşum diyorum.

Bir de ben bazen çok salak laflar ediyorum, sonra monolog monolog kayboluyorum.

- well my grandma was blond and also had green eyes... well, in fact she still has... I guess I just killed my grandma.

04 Temmuz 2007

Öksüz Blog v.2.0

Orda bir blog var uzakta, O blog benim blogumdur (burda uzatıyoruz r'yi), yazmasam da(uzatın, uzatın daha coşkuyla ama, arka sıralar siz de), çizmesem de (evet evet, kapanışa geliyoruz, grand final), o blog benim blogumDUUUEEEAAAARRRRRRRRRRRRRRRRRRRR. (evet Grand oldu oldukça).

Gene hiç bir şey yazamaz oldum ey okur, elim ayağım bağlandı, kelimeler tükendi, klavyem bozuldu, monitörüm götlük edip kapanıp durmaya başladı, her an yağmur yağıyor, havalar çok soğudu, bira şişeleri mutfak masasını kapladı yemek yapamıyoruz, elektrikler kesik, açlıktan ne dediğimizi bilmiyoruz, durum çok ağır okuyucu, oksijenimiz bitmek üzere, artık sırayla nefes alıp veriyoruz, ben bunu yazarken Kuzey iki nefes sıramı kaptı, farketmedim sanıyor, siz bu satırları okurken belki ben çok uzaklarda olucam, bu yanaklarımdan aşağı süzülenlerde ne acaba, ışık... , ışığı görüyorum...hnkkkkkk.

Ben bunları yazarken müdürümün bana garip garip bakmaya başlaması sebebiyle biraz toparlamam gerekti sevgili okur, arada nefes almayı da unutmuşum.

"Muhteşem Evimiz Osman"© (evin adını Osman koydum) içerisinde hala internet konusunda, bir miktar problemim olduğu için (!#$@), blog mlog yazamaz oldum. Ama çok yakında evden canlı yayın yapıcam (oha).

21 Haziran 2007

There is no place like home v.2.0

Sancılı ve uzun süreli ev arayışlarından sonra (burada sancılının içerdiği temel anlam o süreç boyunca kuzey ile yatmak zorunda kalmam, bu yüzden de 3 hafta boyunca nerdeyse hiç uyumamış olmam tabi, bunu maksimum acısız hale getirmek için geceleri arka planda klasik müzik açmak falan bile işe yaramadı), bulduğumuz iki evin de kaderin cilveleri sonucu (cilve milve değil, dallama evsahibi bunun da çevirisi) elimizden kaçmasından sonra, pazartesi günü evimizi bulabildik. Şaka gibi bir şekilde, pazartesi öğlen evimiz yoktu, bizi arayan güzel komisyoncumuzun, sizin bile beğenebiliceğiniz bir ev buldum demesi üzerine akşam 6 da evi görmeye gittik, 5 dakika sonunda tutuyoruz dedik, 1 gün sonra kontratı imzalayıp eşyalarımızı taşıdık.

Suratlarımızda oluşan o melekvari gülücüklerin arkasında yatan gerçek anlam ise, "muhahah ayrı yataklarımız oldu artık, sonundaaaa" haykırışlarıydı.

Gerçekten ev her açıdan içimize sindi. Bir kere dubleks ve ben üst katta kalıyorum. Katilvari bir merdiven var, ve ben her ne kadar üst katta kaldığım için mutlu da olsam, o merdiven rüyalarıma girmeye başladı. Gözümün önünden bir gece eve geldikten sonra, o merdiven ile başıma gelebilecek bütün kanlı sakatlanma ve/veya ölüm şekilleri geçiyor. Şimdi evi anlatmanın ne kadar sıkıcı bir şey olduğunu hissettim bir anda, aman güzel bir ev işte. Buyrun resimler.

"Bloody Fucking Stairs":

Hiç kullanmayacağımız mutfak gereçleri:

Saloon:

Binanın önündeki dört araba da benim:

13 Haziran 2007

The Melancholy of Suzumiya Haruhi


Uzun bir aradan sonra tekrar bir anime yazısı ile tam sağ çarprazınızdayım sayın okurlar. Bugünkü konumuz The Melancholy of Suzumiya Haruhi. Kendisini aslında geçen yaz izlemiş olmamın yanında kendisi hakkında ancak şimdi bir şeyler yazmak aklıma geliyor, çünkü bana Furi Kuri'den beri (evet Furi Kuri hakkındada bir şeyler yazmak istediğimi farkettim) tekrar tekrar izlememe rağmen hem kahkahalarla güldürüp hem de her seferinde ilk kez izlerkenki o aynı melankolik (başlıktan kopya çekmedim be bakmayın öyle) ve iç ısıtan duyguları yaşatan ikinci anime (çok yorucu bir cümle oldu sayın okuyucular şimdi bir süre burda dinlenebiliriz, yolun bundan sonrasına basit cümlelerle devam edeceğiz). Şimdi evde otururken son 1 saattir tekrar ve tekrar soundtrack müziklerini dinlerken bu mod içerisinde kendimi tutamayarak yazmaya başladım.

Öncelikle izlemeye başlarsınız anime içerisindeki ilk bölüm aslında sıfırıncı bölüm. Hikayemiz (bir anda hikayemiz oluverdi sevgili okurlar) bir lisede geçiyor, ve ilk bölüm aslında öğrencilerin festival için hazırladıkları kısa bir fantazi filmi. Bu sebeple bu ilk bölümün ana karakterler dışındaki arka plan ve diğer karakter çizimleri ana bölümlerden farklı, eski bir hava verilmiş. Bu bölüm, amatör çekim, yönetmenlik ve senaryo hataları ile muhteşem dalga geçiyor ve ister istemez (ben istiyorum açıkçası) kahkahalara boğuyor. Serinin en eğlenceli yönlerinden biri bu sıfırıncı bölümdede var, o da ana karakterlerden birisi olan sıradan öğrenci Kyon'un düzenli olarak bir şeyler hakkında narrator edasıyla yorumlar yapması ve bazen kendisini kaybedip inanılmaz komik şeyler söylemesi.

İkinci enteresan nokta ise 13 bölüm boyunca olan olayların düzenli bir sıra ile gitmemesi, yani bir bölümü izlerken hikaye ortada kesildiği zaman devamını sonraki bölümde deği alakasız başka bir bölümde görüyorsunuz, ve bölümler zamanda ardışıl olarak gelmiyorlar, bu da hikayeyi biraz daha eğlenceli hale getiriyor.

Kısaca hikayemiz bir lisede, Suzumiya Haruhi adlı tamamen sıradışı olan ve kendisini sıradan insanlardan soyutlayan zeki, yetenekli güzelimizin okulun ilk gününde sadece uzaylılar, telekinetik güçleri olanlar ve zamanda yolculuk yapanlar ile konuşacağını bildirmesi sonrasında diğer bir öğrenci olan Kyon ile başlayan muhabbetleri ve bu süreçte kurdukları doğa üstü güçleri inceleme tabanlı (kurduklarından daha çok Suzumiya'nın zorla kurdurttuğu, ve aslında suzumiya haruhi hayata eğlence getirme takımı gibi saçma bir ismi var tabi) klüpleri sırasında başlarından geçenleri anlatıyor.

Tabi bir çok komik olaylar oluyor, ama kahkahalar attıran bu olaylar sırasında zaman zaman size verilen görüntüler, müzikler, Kyon'un bazı şeyleri irdelemeye başlaması ve yaptığı yorumlar ile size muhteşem bir hikaye sunuluyor. Sevgi pıtırcığı olmanın bir anlamı olmasada hikaye içerisinde kadın gözünden erkeğin ve erkek gözünden kadının aşık olunan kişi kavramlarına dönüşmeside çok güzel aktarılıyor. Bazı bölümlerde ise karakterlerin geçmişleri incelenirken ve yapılan bazı hareketler sorgulanırken basılan melankoli sizi alıp bir anda yerde süründürebiliyor. Yani demek istediğim, son bölümünüde izleyip bitirdiğiniz zaman, arkanıza yaslanıp suratınızda bir gülümsemeyle, "vay be" dedirten, damakta tad bırakan ve hemen tekrar izleme isteği uyandıran bir anime.

Şimdi en az benim hatırladığım suzumiya haruhi'yi, kendim bir kere izledim, Burcu ile bir kere izledim, avşar ile yarı yarıya bir kere izledim, Batu ile başlayıp sonra Batu ve Burcu ile (evt burcu populasyonu çakışmalar yapmaya başladı) bir kere izledim. Sonra oturup tekrar kendim izledim, allahım lanet olsun bu kadar çok vaktim mi vardı benim be. Şimdi tekrar oturup izliycem.

Suzumiya Haruhi'yi bu kadar sevmeme sebep olan unsurlardan birisi ise tabi ki müzikleri. Çünkü sadece anime sırasında olan olaylarda arkada çalan şarkılar olmaktan öte, bir bölümünde en iyi iki şarkının, ana karakterler tarafında okul festivalinde çalınışıda gösteriliyor. Müziklerin muhteşem olması, söyleyenin Suzumiya olmasının yanında (gerçektende seslendiren kişi söylüyor şarkıları ve çıkarttığı single ilk günden tükeniyor, bkz. şehir efsaneleri) gördüğüm en gerçekçi enstrüman çalma animasyonları yer alıyor bu bölümde.

Öncelikle God Knows adlı şarkı geliyor. Suzumiya'nın bunny kostümüne hasta olmamak eldemi ey okuyucu (lar).


Hemen ardından Lost my Music adlı aşmış şarkının (ki hemen yanda müzik kutusunda tam versiyonu var okuyucu çekinme dinle, sizin için koyduk oraya) ufak bir kısmı geliyor.


Bonus olarakta fazla yetenekli ve hırslı bir abimizin, Lost My Music adlı şarkının tüm notalarını çıkartıp hem elektro gitar hemde bass gitar bölümlerini çaldığı bir video geliyor.


I lost I lost I lost you!
You’re making making my music!
I lost I lost I lost you!
Mou aenai no? No!

11 Haziran 2007

Praha 101

Buraya taşınalı tam 10 gün oldu ey blog. Şimdi ne yazsam nereden başlasam diye de düşünüyorum ama her şeyi anlatıcam diye hırs yapmamak lazım. Hayatta hırs kişisel gelişime katkı yapıyor olmasının yanında, hayattan zevk alma ve ergenliğe ulaşmanında önünde büyük bir engeldir. Bunun bir iki kıçı kırık anı anlatmak ile ilişkisini şu anda kurmaya çalışmanında bir lüzumu yok sevgili okur, rasyonel bir insan olamadım bir türlü, beni hep bu anime'ler yaktı.

Şimdi geleli ben neleri farkettim, birincisi burada süper pub rush yapılıyor. Güzel bir iki caddesini bulduğun zaman, başlıyorsun caddeden yürümeye, her sokak girişinde bir pub var zaten. Oturup bir bira içiyorsun paşa paşa, muhabbet falan filan, sonra kalkıp bir sonraki sokak girişindekinde bir bira daha içiyorsun böyle böyle süper güzellikte publara gire çıka bir geceyi bitirebiliyor insan sıkılmadan.

Önceki paragrafta birincisi dediğim için şimdi ikincisi demem gerekiyor sanırım ama ben daha ikincinin ne olduğuna karar veremedim. İkincisi (ahaha buldum, neyse...) burada insanlar çok kötü giyiniyorlar, yani tamam hiç bir yerde herkes muhteşem giyinmek durumunda ya da zorunda değil ama burada gerçekten kötü kesimin boyutu yüksek.

Üçünsü (evet yürüyorum şu anda liste modunda, durucak gibi değilim) şimdiye kadar girip çıktığım club'larda çalan müzikler dehşet kötü. Yani bazıları için güzeldir mutlaka o kadar dolu olduklarına göre ama benim alıştığım taksimdeki zıp zıp mekan müziklerinden çok uzak, neyse buralarda da alkolün ucuzluğu durumu kurtarıyor (evet kızların güzelliğide var tabi).

Şehrin içerisinde dolaşmak mimari güzellik dolayısı ile çok eğlenceli, her sokak dönüşünde muhteşem binalar gördükçe insanın keyfi yerine geliyor. Bu aralar yeni eve çıkma uğraşlarımız sürmekte, umarım halledebilir de yeni eve çıkarsak çevresini ve kendisini buraya Praha 101 - a nonprofessional introduction to prague dersimizde video eşliğinde aktarıcam.



Burada o köprünün altından çok sular geçti adlı çalışmayı görebilirsiniz. Bu resmi şimdi bu yazıya niye koydum en ufak fikrim yok ama neyse işte resim, bakmadan geçmeyin.

Geçen hafta pazartesi işe başladım. Ofis şehrin tam merkezinde ve olabilecek en güzel yerinde. Tarihi bir binanın 5 katını almış durumdalar. Şimdilik türk güruh haricinde fazla insanla geyik moduna girmedim, ama özellikle ofis içerisinde bulunan bilardo ve pin pon masaları beni çalışma aşkıyla yanıp tutuşturuyor. Ofisten çıkasım gelmiyor, bıraksalar 10 saat pin pon oynayabilirim, allahtan kimse bırakmaya niyetli gibi değil, yani kimsenin gelip de iş yapsana demesi durumu yok, ama genelde pin pon masasının başında sıra oluyor, yakın gelecekte stratejik adımlarla rakipleri egale etmek için yeni yöntemler bulmam lazım, ya da her geleni bıçaklayadabilirim, artık duruma göre. Ha onun dışında evet, belki bir ara gerçekten iş de yapmaya başlayabilirim, bilemiyorum.

Bu haftasonu Letna parkına gittik ve rollerblade kiraladık. Şimdi ben bir dönem baya buz pateni kaymıştım, vücut bu genlerine işliyor, tekrardan alışması çok kolay bir kere öğrendikten sonra, gibi laflar söyleyenleri itina ile dövebilirim mesela, varsa aranızda söylemek isteyen bana özel mesaj atabilir. Yani nasıl efsane düşüşler yaptığımı ben biliyorum, her şekilde Kuzey benden daha başarılıydı düşme konusunda, ama gerçekten korkutucu bir şey, ayakta dururken aslında bulunduğunuz duruyor olma gerçekliğinin aslında bir hayal ürünü olduğu ve her an yere paralel duruma geçebileceğinizi hatta ve hatta daha da korkuncu yere paralel bile olmayıp yere saçma açılar ile duruyo olup sonra yeri öpmeye çalışabileceğiniz bilmek gerçekten çok korkutucu. İki kere enteresan açılar ile yeri öptükten sonra ufaktan alışmaya başladım aslında. Tabi ki kaymaya değil, yeri öpmeye. Ayrıca buradan ben acemi bir şekilde kayarken yanımdan vız vız şeklinde geçen 5 yaş grubu veletlere, onlardan ne kadar nefret ettiğimide bildirmek istiyorum. Hemen aşağıda benim o kadar düşüp kalkmadan sonra nefesimi toplamaya çalışırkenki, adamım bak aslında ben süper profesyonel ve çılgın bir patenciyim, duruşumun olduğu fotoyu görebilirsiniz. (duruş değil aslında, duramıyorum o yüzden oturmuşum)

Evet manzarada fena değil hani. (Tıkla çocuğum resme büyük haliyle bak)

Prag'daki yemekler, güncel sanat akımları, toplumun politik görüşleri ve katılımcı psikolojileri, ekonomik seviyelerin dağılımı, neden bu kadar çok deli, fakir ve sakat olduğuna dair görüşlerimin, pie chart'lar ve referanslar ile anlatımı için burayı takip etmeniz yeterli. Power point ve ders notlarını sayfama koyucağımı sanmayın, başkalarının notlarından çalıştığınızı duyarsamda hiç affetmem.

08 Haziran 2007

Öksüz blog

Ey blog, çok salladım gene seni. Ama tam bir haftadır tekrar çalışmaya başladım gevur ellerinde (tabi şimdi burada çalışıyorum konseptine bir haftadır dahil olanlar, müzik dinlemek, etrafta dolaşmak, ofisin en üst katında bilardo ve pinpon oynamak gibi gibi). O yüzden bu yoğun stresli iş ortamında yazmaya hiç fırsatım olmadı. Ama çok yakında yoğun ilgim altında sıkılıcaksın, valla söz veriyorum, aha buraya yazdım, buraya tam, evet evet oraya, lam oraya değil yanına biraz...

03 Haziran 2007

Ofis Projesi

Ben buna bir şey diyemiyorum, böyle bir ofiste çalışıyor olmayı isterdim, izleyin, eğlenin, özellikle arada bira şişesini fondipleyen birisi var sempati duydum.

30 Mayıs 2007

Taşındık, bir saat dilimi yana...

Haftasonu çılgın veda partileri, duygusal anlar ve dolan gözlerden sonra, pazar gecesi hiç uyku ile haşır neşir olamadan, havaalanına gittim.

Tüm hayatımı bir bavul ve sırt çantasına sığdırıp, önce çok mutlu oldum, sonra üzüldüm, bu kadar mıydı hayatım diyerek.

Biletimi aldım, bavulumu verdim, annemlerle sabah kahvemi içtim. Sonra sarıldım öpüştüm, nasihatlarımı aldım. Babamı hayatımda ikinci kez ağlarken gördüm. Sonra annem ve babam son söz olarak gözleri dolu dolu, "Sakın bizleri unutma" dediler. Döndüm arkamı, geçtim pasaport kontrolünden. Lounge'a oturdum kahvaltı yaparım diye, bir bira aldım, dışarısını izlemeye başladım, bir şeyler düşüne düşüne. "Sakın bizleri unutma". Şaka gibi bir söz. Bir anda gözlerim doldu, nasıl ya diyerek, bira bardağını kaldırıp kapattım yüzümü.

Şimdi bir gündür Prag'dayım. Dün gece barda oturup Kuzey ile içerken, devamlı kafam kapıdan girenlere kayıyordu, tanıdık biri gelir belki diye. Nereye geliyor tanıdık biri oğlum, Akdeniz'de mi içiyorsun. Kuzey bakıp bakıp güldü bana bir süre.

Bugünde biraz dolaştım şehirde, Tram sistemi nasıl falan derken, ilk Prag dönerimi yedim, metro kartımı aldım, sonra ofisi görmeye gittim. Şehrin içinde dolaştıkça açıldım, bu kadar güzel olduğunu varsaymıyordum sanırım hiç. Monster sanırsam biraz zengin bir firma, şehrin en güzel caddesindeki tarihi bir binayı ofis olarak almış, gördüğüm zaman önce "öeeeaaaahh" dedim, sonra resepsiyondaki kadın efendim? dedi (çekce efendim ne demek acaba). Hemen ofisin bulunduğu caddeyi de burada göstermek istiyorum.

Ayrıca markette alışveriş yaparken gördüğüm 23432 bira çeşidi de beni derin düşüncelere itti.

Ayrıca ilk günümde, nerden bilet alınacak bilemediğimden o anda, acele ile biletsiz tram'e atladım. İlk bindiğim tram'de, arkada bir görevli binerek bilet kontrolüne başladı, hemen atladım durakta aşağıya. Sonrakine bindim, bindikten 5 saniye sonra önümde başka bir adam kimliğini göstererek bilet kontrolüne başladı. Noluyor ulan derken, adam bana baktı, ben adama baktım, adam kızların biletine bakarken, ben adama doğru yürüdüm, adam tam diğer tarafına dönerken, arkasından diğer tarafa geçtim, ve bu nasıl odun bir adamsa, bunu farketmedi. İçimden hohahahahaha derken (dışımdan dediğim zamanlarda çok iyi sonuçlar almadım), sonraki durakta inerek, paşa paşa gidip bilet aldım. Kuzey 2 aydır hiç bir kontrolöre denk gelmezken benim ikide iki tutturmamı çok hayıra yoramıyorum.

Cuma ve cumartesi beni görmeye gelen, arayan, mesaj atan herkese inanılmaz teşekkür ediyorum (inanılmaz da ne saçma bir laf ya, ayrıca kaçı okuyor sanki bu blogu), gerçekten çok sevindirik oldum. Gogol Bordello ile aynı güne denk getirerek kendi çukurumu kazmışda olsam, katılım gözlerimi doldurdu.

(Cumartesi gecesi gider ayak gözleri dolup banada duygusal gol atanlarada buradan sevgilerimi gönderiyorum :), ayrıca avşar bey ve burcu&volkan&nil üçlüsünede muhteşem hediyeleri için teşekkürü borç biliyorum, seviyorum ulen hepinizi, tutmayın beni).

18 Mayıs 2007

What type of otaku are you?

Evet sevgili okur, açıkça söylemek istiyorum soruları cevaplarken kesinlikle en normal bulduğum cevapları vermiştim ama çıka çıka inatla bu sonuç çıktı. Ben buna bir şey demiyorum artık.


What type of anime otaku are you?


HENTAI OTAKU
Take this quiz!

Quizilla |
Join

| Make A Quiz | More Quizzes | Grab Code

15 Mayıs 2007

20 yaş dişi

Ben konsept olarak 20 yaş dişine karşıyım buna karar verdim. Tabii, buna karar verme ruh halim içerisinde, gün boyunca 5 saat kendi kanımı yutmam, bu sebeple bir bardak kan kaybetmiş olmam, 2.5 tüp uyuşturucu üzerine majezik ile bile yemek yerken son derece duygusal anlar yaşayarak gözlerimden yaşlar fışkırması gibi detaylarda yok değil, ama siz bunlarla kafanızı yormayın. (siz makarnayı hiç çiğnemeden yediniz mi?, yutarken baya bir gıdıklıyor).

Güzel arkadaşım, ben zaten olmuşum 27, artık 20 yaş dişimi olucak ya, bunun askerlik gibi bir son yaş dönemi yok mu, sonra çıkan 20'likler kendiliğinden düşsün falan. Benimde muhteşem şansım sayesinde, iki alt dişimde olabilecek en kötü şekilde çıkmışlar, doktor da sözünü sakınmıyor zaten, ağzımın içerisinde bir nevi sirk kuruldu, sayabildiğim bir, elektrikli testere, bir de şarap açıcağı eksikti herhalde ağzımın içinde.

Neyse siz genede tecilletmeyin 20 yaş dişlerini, çıktıysa aldırın, valla, bir yerden sonra insanın kendi kanının tadı hoşuna gitmeye başlıyor. Gnam gnam...

09 Mayıs 2007

Osman keyfin nasıl?

Annemlerin yanına geri döneli bir hafta oldu (şimdi niye annemlerin yanı, niye babamların yanı değil? sana soruyorum, arkadaki alooo). Evet çok değişik, tam 3.5 sene sonra, özellikle daha ilk günden annemi, üzerime gelme diye ağlatarak zaten öküzlüğümü kanıtladım, sonra tabi, annecim ya neden ağlıyorsun, ya bak o anlamda demedim diyerek öküzlüğümü her ne kadar ört bas etmeye çalışsamda olmadı tabi. Altı üstü 1 ay kalıcaksın evde, çök kenara, çocukluğunu bil değil mi? (değil)

Tabi şimdi merak edenler olur diye düşündüm kendi kendime, Osman nasıl? keyfi yerinde mi? yerini yadırgadı mı, var mı bir isteği? Valla şimdi Osman, temizlikçimiz sağolsun yerini buldu, capon bir hatunun hemen arkasında hemde.

Şimdi tabi ilk bakışta burda, sanki Osman o camı kırmaya çalışıyormuş gibi geliyor. Osman sapıktır tabi, ama o kadar değil okuyucu abartma, onlar ayrı dünyaların insanı zaten. Ama bir sabah kalkıpta o cam kafesi kırık bulursam, ıslak baseball sopamla girerim Osman'a hiç acımam. Ama işte, işin özü budurki hali, keyfi yerinde benim çocuğun. Tam gider iken, kendisini kış uykusuna yatırmayı umuyorum, bensizliğe dayanabilsin diye.

Ayrıca o buzağı da inatla orada duruyor (boğa lan o ne buzağısı). Birde Osman'a fantasia şapkasını takınca bir anda dört kulak oldu, zaten kafam kadar kulakları vardı, tabi şu anda giderek konudan uzaklaşıyoruz. 3.5 yıl sonra ev bir değişik...

02 Mayıs 2007

N.H.K. ni Youkoso!

Uzun bir süredir gene anime yazıları yazmadığımı farkederekten, eğlenceli bir şeyler bırakmak istedim buraya. N.H.K. no Youkoso ile ile ilgili uzun bir yazı yazmayı istiyorum. Bu arada siz, serinin muhteşem bölüm sonu şarkısına odaklanın, hem müzikal olarak hem de görüntüler bakımından ilk izlediğimde , ahahaha nidaları atarak 10 kere izlemiştim kendisini. Özellikle Ergo Proxy'i izlemiş olanlar için, bana nedense klibin başlangıcı o havayı yaşattı çok.

24 Nisan 2007

Kokteyl

- 1 ölçü Smirnoff North (20%)
- 1 ölçü Cardinal Melone (20%)
- 1 ölçü düz smirnoff (40%)
- 1 ölçü limonlu vodka (28%)
- 1 ölçü tekila (40%)
- 1 ölçü kavunlu italyan vodkası (bu kadar bilmiyorum ne olduğunu)(27%)
- 1 ölçü diet cola (0.01%)
- 1 ölçü elma suyu (0.023%)(????)
- 1 dilim limon

Bunların hepsini teker teker (isterseniz grup olarak da yapabilirsiniz çok önemi yok bu noktada) karıştırıcının içerisine atınız ve karıştırıcıyı kapatarak güzel bir şekilde çalkalayınız (demiştim çok önemi olmayacak diye). Yeteri kadar soğuk olduğundan emin iseniz (değil ise yapmanız gerekeni biliyorsunuz, evet evet buzdolabına koyuyorsunuz, çok güzel...), bardaklara koyarak servis yapabilirsiniz. On Ice olmak zorunda değil, bir fark yaratacağını sanmıyorum.

Sonuç: nasıl anlamsız bir şey, nasıl anlamsız bir şey, zaten kavun ve limon o kadar baskın ki, aynı anda hem kavun hem de limon içtiğinizi farkedebiliyorsunuz, ama nasıl karaktersiz, nasıl saçma.

Biz tabi, "aaaaa doğan karıştırıcı getirmişti, hadi bir şeyleri karıştıralım" gibi anlamsız bir fikir ile yola çıktık, nerdeyse ayran bile koyuyorduk içerisine, şimdi düşününce gerçektende çok kötü olabilirmiş, en azından bu içiliyordu. Tabii ki malzemelerin bir önemi yok, dolaptaki her şeyi koyduk. Şimdi düşünüyorumda dolapta çikolata ve gofret falanda vardı onları da deneyebilirdik.

Bu yazısının anakonusunu hala bulamamış iseniz daha fazla bekletmeyeyim sizi, karıştırıcı almayın, alırsanızda bir yere götürmeyin, ne gerek var, tek tek için kardeşim, eninde sonunda bir yerde karışıcaklar zaten, erken davranmanın lüzumu yok.

18 Nisan 2007

Dancing in the thrash

9 büyük torba çöp attım bugün evi toplarken, ki bu yeni başlamış halim. Çöp içinde yaşıyormuşum yıllardır haberim yokmuş. O değilde, buzdolabını bulamıyourum, kaza ile torbalarla attım mı ki...

Çok enteresan şeyler buldum dolapları karıştırdıkça, insan bir yere bir şeyi koyarken iyi düşünmeli, bunu buraya niye koyuyorum, bu gerçek hayatta ne işimize yarayacak ki diye.

15 Nisan 2007

Uzun eşek

Ev toplama modunda dolapları karıştırıp, gereksiz şeyleri soğuk ve karanlık bir boyuta gönderirken (çöp kutusu oluyor bu aslında), uzun bir süredir dolapta unuttuğum Evangelion robotlarımı buldum. Biraz oralarını buralarını mıncıkladım, çıkan yapıştırmalarını düzelttim, biraz hal hatırlarını sordum, bir kahve ikram ettim falan. Sonra tabi evde sıkılma psikolojisi sonucunda abuk subuk şeyler yapmaya başladım. Şimdi de utanmıyorum bunları afişe ediyorum.


"Baltalar elimizde, güç kablosu belimizde, biz gideriz eşeğe hey eşeğe..."

Eva 02 - lan 00 belim kırıldı insene artık...
Eva 00 - Tek mi, çift mi, söylesene...
Eva 02 - kızım elinde balta tutuyosun, teki çifti mi kalmış..., zaten kafam sıkıştı...
Eva 01 - çiftttt, çiftttttt
Eva 00 - hahaha, bilemediniz, tek balta var elimde...

Birde alakasız böyle bir güzelliğim var, özene bezene 4 günde bitirmiştim bunu, ama orasını burasını tutar tutmaz elimde kalıyor, deli ediyor beni, o yüzden böyle otursun dursun bu. Bir noktada uzun eşeğe katılmak istedi ama boyut farkı sebebiyle anlamlı bulmadı kimse bu fikri. Bir noktada diğer mecha maketleri ile birlikte aile fotoğrafı çekmeyi planlıyorum.



- Your wish is my command master...
- Ne?
- Emir diyorum, bacaklarım uyuştu, söyle de kalkıyim, ow ow ow dizlerim, ow aman diyim.

13 Nisan 2007

Aguk Buguk

Bir önceki haftasonu Sanat'ta gene yaklaşık olarak bunlara çok benzeyen bir tayfa ile gene rakı sofrasında oturuyorduk. Velhasıl o gece benim konuşma yetime bir şeyler olmuş. Bunu gerçekten çok gerzekçe bulduğum için herkese anlattım sanırsam ama gene de burayada yazmak istiyorum. (ulan sözlüğe bile yazdım entry olarak daha ne yapıcam)

Mesela avşar bunu 47 kere dinlemiş, ve inatla son anlattığımda bile gene güldü ayıp olmasın diye, üzerine Bodur bunu ayıkkende sarhoşkende N kere anlattın dedikten sonra biraz kalbimi kırmadı değil. Ben avşarın hatırı için aynı anıyı 97 kere dinlerim, zaten unutkan bir insan, ama 98 kere dinlemem şimdi düşününce, 97 yeter ama tamam.

Avşar bu durum için bana süper algoritma bile yazdı mesela:
if see yeni insan
tell rakıbalık&ameliyat
if see eski insan
check 'if told rakıbalık'
tell rakıbalık & ameliyat anyway

Tabi ben konuyu anlatmassam bir anlamı yok. Gece içerisinde iki anektod:

- akşama bakı ralık yapıcakmışız....bilmiyorum abi ben de anlamadım, bakı ne oluyor ki? evt rakı balıkta olur abi...

Sonrasında gecenin ilerlemiş saatlerinde bir de böyle bir şey geçti:

(göz ameliyatı hakkında konuşulurken konudan habersiz insanlara açıklama yapmak için sağa dönülür)

x- burun ameliyatlarından bahsediyoruz abi, gözler 4'ten büyükse zormuş...
y- burun dedin ama?
x- hahaha burun mu dedim, abi duydunmu göt ameliyatından bahsederken yanlışlıkla burun demişim
z- abi göt dedin şimdide

1 Ytl

Haftasonu, Bade ve Araf sonrasında saat iki gibi herkesler beni terkederken, 1 haftadır bende kalan alman misafirlerim teşrif ettiler, hatunlar dansedicez dansedicez modunda olduklarından bende kendilerine eşlik etmek durumunda kaldım.

Araftan çıkarak adını bilmediğim bir yere gittik, ben artık zıp zıp modumu kaybetmiş, sütuna yaslanmış duruyordum ki bana 10 dakka gibi geçen bir süre var, ama biz 3 saat orda kalmışız. Zira sabah 6 gibi eve giriyorduk.

Ben ortamda sütuna yaslanmış dururken rastalı bir gencimiz bana yaklaşaraktan 2 ytl var mı ya? tarzı bir soru yöneltti. Sonra süreç içerisinde şöyle bir dialog oldu.

-Ya, selam 2 Ytl var mı?
-Bakıyim,.... 1 var sadece al.
-Sağol ya

...5 dakika geçer, genç elinde bira ile gelir birayı bana uzatır
-Eyvallah, alırım iki yudum (bir yudum değil ama)

...genç gider, 15 dakka sonra tekrar gelir, elinde bir sigara vardır, uzatır...
-Eyvallah, alırım bir fırt

...genç gider, 15 dakka sonra gelir, birasını bırakır bana, dans etmeye gider, sonra geri gelir birayı almaya,
-Sağol abi, alıyim, sen keyifsiz görünüyosun ya
-İyidir be abi, tükettim enerjiyi biraz, arkadaşları bekliyorum...
-Sıkma kendini ya, tadını çıkar

Enteresan, bu sanırım çocuktaki iyiliğe karşılık verme konsepti. Kutsal adalet dağılımı. Ne ekersen onu biçersin gibi. Buradan o gece, 1 YTL'lik hizmet aldığıma inanıyorum, acaba 2-3 YTL versem ne olurdu düşünmedimde değil. Hayır hatun olsaydı falan. Neyse can sıkıntımı aldı sağolsun, yoksa millet sıkılsında gidelim derken orda patlayabilirdim.

Ey rastalı genç, bunu okuyorsan bil ki, bu haftasonu cebimde 1 yerine 3 YTL bozuk parayla aynı sütuna yaslanarak bekliyor olucam. Arkadaşların varsa getirebilirsin (çok yalnızım ve okur).

Zıp zıp haftasonu

Bu hafta sonu gene oldukça hareketli geçti. Cuma günü Batu ve Burcu ile anime partisi yapıp, sonra akşam Evrim, Alp ve Yeşim'i görmeye taksime çıkıp 12'den sonrada Burcu'lara giderek anime eşliğinde dünyaları yiyip içtik.

Çılgın ve yorucu cuma gecemizden sonra cumartesi Pınar hanımefendi'nin doğum günü için Bade'de rakı sofrasına gittik. Aferin çocuklara gittiğimde tabaklar falan masadaydı, yormadılar bizi. "Ooo Murat abi hoşgeldin ver elini öpiyim" dedi çcouklar sağolsunlar, dedim "yapmayın, ayıp oluyor, diğer müşteriler kıskanır".

Oturduk sonra 4 saat kadar deli gibi yedik, içtik muhabbet ettik, tabi ki en eğlenceli kısmı son bir saatiydi sofranın, herkesin suratları kırmızı olmuştu, salak salak oranın buranın fotoğraflarını çekmeye başladık.

Gelsin o zaman fotoroman:
Evet, ilk resmimiz sanatsal açıdan her zamanki gibi başarısız. Ama dikkatli bakarsınız duvardaki boyamanın kenarında, Pınar Kısa yazdığını görebilirsiniz. Buradanda anlıyoruz ki Bade çalışanları, biz gelmeden Pınar'a bir sürpriz yapmak istemişler, ve bunu çarpık espiri anlayışları ile yapmışlar. Ama bizde altında kalmadık gitmeden altına, Uzunluk Görecelidir yazdık.

Alican: Aaaaaaaaannnnnaaaaaaaah bu kim beeeeee!??!?
Erinç:.....
Bodur: (kesin gene suratımın yarısı çıkıcak...)

Bu resimden de çok bir şey beklememek gerekiyor okuyucu. Görüldüğü üzere, Pınar hala Kısa. AliCan, Bodur korkusunu biraz olsun yenmiş. Erinç, neyse ya...

AliCan: ahah iyi lan Bodurmuş, aman bende bir an...
Erinç: sigara di mi lan bu....
Bodur: ahahah suratımın tamamı çıkıyor sanki....

Burada Erinç ve Banu arasında bir miktar senkronizasyon hatası var. 2 saniye farkla yaşıyorlar aynı anı gibi. Birde Erinç elindeki çatal ile karizmatik bir şey yapmayı planlıyor gibi, ama tam kestiremedim. Gözüne saplasa nasıl karizmatik olur mesela, ya da burnuna sokarsa.

Erinç: ahaha nası karizmayım, kızlar ölün ölün, ben kız olsam bana kesin ve....
Banu: Erinç çatalın ucundaki peyniri düşürdün çocuğum, nereye bakıyosun battı pantolon, alooo...Burda Doğan ya aydınlanma yaşıyor ya da işlediği suçların altında ezilmek üzere. Resime konuk oyuncu olarak bir adet su şişesi ve bir adet şalgam şişesi de katıldı. Arkada ki teyzeyi ise kesinlikle tanımıyorum ama çok özenerek girmiş resime hakkını yememek istiyorum.

Pınar: bak anlatıyorum anlatıyorum anlamıyosun ki, getirmiycem bir daha seni buraya, hep şarkı kesilince dans etmeye başlıyosun, şarkı ile beraber edicen Doğan, yok ellerini falan çıklatmak şarkı başlamadan.
Doğan: wzzzzzbdnnnnnngubugubugubugubu brrrnnnnnn (alkol sonrası doğanın ses tellerini yeme modu)
Kadın (hatun): kahretsin telefon çekmiyor gene (nah çekmiyor, benimki çekiyor işte, senin telefonun dandik...)
Telefon (samsung): bzzzzzzzzt dürülü dürülü

Bu resimde enteresan bir şey bulamadım, herkes normal demek istiyorum, ama allahım o yanaklarım ne. Yanaklarımı bağışlasam bir aile 2 ay tok kalır (nasıl hesapladım anlatıcam bilahare) ya da yanakları alınmış 36 çocuğa yanak bağışı ile hayat verebilirim. Batu klasik, sessiz durursam hemen çekerlerde kurtuluruz bakışında (ben çekiyorum ulan bekliycen herhalde, kırk yılda bir kafamı tam alan foto çekebiliyorum zaten, sığmıyor yanaklar), Burcu çok sakin zaten.

En spesifik dialoglu resim:
Burcu: ...
Batu: ...
Bodur: ...

Bade sonrasında durmak bilmedik, gece bir itibariyle birde Araf'a girdik ve üzerinede delice dans etmeye başladık (şimdi deliler sırasıyla Burcu, Pınar ve Ben, kararsızlar var Erinç ve Banu, ortamdan hiç hazetmeyenler var Doğan ve Batu, Batu'nun gelmiş olması bile mucize, ben bizi boğazlar diye bekledim, bir ara yeltendi ben dans ediyor ayağına kalabalığa karıştım). Güzeldi güzel.

10 Nisan 2007

Beethoven 9. Senfoni

Günler süren aynı şarkıyı dinleme döngülerimden birisine daha girdim. Daha önce çok girdiğim bir döngüye tekrardan.

Evangelion Senfoni albümü. Beethoven 9. senfoni, ve ardından Pachalbel Canon in minor D. Tekrar, tekrar, tekrar, tekrar. Zaten muhteşem olmalarının yanında, Evangelion yüzünden bende daha derin etki bırakan iki parça.


Evangelion izlememiş olanlar için ne kadar anlamlı olur bilmiyorum yazdıklarım, izlemiş olanlar için ise spoiler vermemiş olduğum için sevinebilirim. Abi dur ben tam ortasındaydım Evangelion izliyordum, niye yazdın sen bunları diyen birisi çıkıcaksa aranızdan, aşağıda telefon numaram var, hatalıysam arayın (çok bakma aşağı yok bir şey).

Evangelion'da , dünyaya insanlığın sonunu getirmek için belli aralıklarla saldıran meleklerin ve bunlara karşı insanlığın tek savunması olan Eva adlı, tanrının imajı olan savaşçıların hikayesi anlatılırken, sonlara doğru bir bölüm çıkar. Zaten o ana kadar her bölümde psikopat bir aklın ürünü sahnelerle karşılaşırsınız.

Sonra bu bölüm gelir. Ana karakter olan Shinji, kendisinden ve hayattan ümidini kesmiş, kimseyi sevmeyen ve sevilmediğini düşünerek büyümüş bir karakterdir. Ve ilk defa son bölümlerde çıkıp gelen bir karakter karşısında kendisini çıplak gibi hisseder. İlk defa bu kadar güven duyar bu erkek çocuğa, ve aralarında neredeyse aşk denicek derecede bir yakınlık doğar.

Bu çocuk ise dünyanın sonunu getirmek için gönderilmiş son melektir. Milyonlarca insandan sadece biri Eva'ları hareket ettirebilecek beyne sahipken, bu çocuk üsse girer, içine bile girmeden uçarak Eva'lardan birini alır ve üssün merkezine inmeye başlar, üzerine verilmiş görevini yerine getirmek için.

Shinji bunu duyduğunda hemen göreve gönderilir. Gözlerinde yaşlar, çığlık çığlığa, Kaoru bir melek olamaz, Kaoru bir melek olamaz diye ağlarken, iki Eva dövüşmeye başlarlar ve arkada 9. senfoni çalmaya başlar. Bu senfoninin kanlı bir dövüş sahnesinde bu kadar iyi durabileceğini hiç düşünemezdim.

Devasa kütleler havada uçuşurken, göz yaşları arasında, dokuzuncu senfoninin eşliğinde, Shinji çığlıklar atar, neden, neden diyerek. Karou konuşur.

-Benim kaderim insanlığı yok etmek veya bu uğurda ölmek, sizinki ise hayatta kalmak. Ben hayatta kalanın siz olmanız gerektiğine inanıyorum, bunun için ise beni yoketmen gerekiyor Shinji. İkimizinde mutluluğu buna bağlı, seni tanıdığım için çok mutluyum, teşekkürler...

Ve dokuzuncu senfoni sonuna yaklaşırken, insanın aklında sözler kalır.

...Alle Menschen werden Brüder, Wo dein sanfter Flügel weilt...
(nazik kanatlarının aydınlattığı yerde, bütün insanlar kardeş olacak)

Bir de Death and Rebirth sonunda, bütün hikayeden bağımsızmış gibi, Shinji'yi görürüz, bir salonda, cello ile çalışırken. Sonra içeri girer diğer karakterlerde. Ve Canon in D minor çalmaya başlarlar, kanlı ve bunalım görüntüler eşliğinde.

ironiden anlamayan nesle aşina değilim.

Buyrun, ama maalesef alt yazlar ispanyolca, zaten müzik dinleyeceksiniz, alt yazıyı napıcaksınız ki, söylenmiş olmak için, gelmeyin bana bunlarla ya alla alla...

03 Nisan 2007

4 duvar ve ben

Nisan sonu evimden çıkıyorum. Çok enteresan bir duyguymuş bu. Her ne kadar geçen baharda buna yakın bir şeyler yaşamış olsamda şimdi daha bir gerçekçi oldu. Son kiramı yatırdım bugün, hatta benden sonra kalacak olan arkadaşı bile ayarladım. Ev sahibim ve emlak komisyoncum ile helalleştim (nası nası?), çok duygusal anlar yaşadık beraber. Ev sahibim göz yaşlarını tutamadı önce, inci taneleri gibi akmaya başladı yaşlar gözlerinden aşağı. Komisyoncunun gözleri doldu arkasından, "sen yapma bari abi zor tutuyorum zaten kendimi" derken sesi tiremeye başlamıştı bile.

Bir duygu çemberi oluşturduk hemen oracıkta, "helal edin hakkınızı" dedim tutamayıp kendimi. "HELAL" diye bağırdılar tek ağızdan (olsun demediler sanki...), "bir daha" dedim, "HELAL" dediler tekrar, "bir daha" dedim, bir sessizlik oldu, uzatmadım, ama dolmuştum artık, fışkırıyordu duygular her bir tarafımdan, oramdan buramdan, hop dedim, kaldırdım elleri, halaya çıkıverdik hemen oracıkta, iki adım sağa bir adım sola, hop diz kır tekrar kalk iki adım sağa, baktım halay başı kim belli değil, mendil yok bir şey yok, oradan bir bakkala girdik, bir kutu selpak, hazır gelmişken bir ice tea bir de vivident aldık, sonra gururlu bakışlarla çıktık bakkaldan.

Çok duygusaldık, coşuyorduk ileri geri, ama tabi ticaret ile arkadaşlık beraber gitmez, ev sahibi tutamadı kendisini,
-murat'çım ya biliyorsun son kira depozitoya sayılmaz
-sayılmaz mı be güzel abim
-e sayılmaz murat'çım
-şu güzel ortamı bozmasak abim
-sözleşmede yazıyor (ne oldu murat'çıma ha? bu kadar kolay mıydı her şey)
-hadi ya
(sessizlik, ama halay devam ediyor tabi biz gidiyoruz tutturmuşuz, komisyoncudan ses yok)
-tamam o zaman abim, yarın yatırırım da sen önüne bak istersen

Tansaş poşetli bir teyzeyi sıyırageçtik narin hareketlerle
-o değil de bu yeni arkadaşta geliyor ne güzel, bizim komisyon ne olacak?

Komisyoncu bu yüzden susuyormuş 2 dakkadır, bıraktım terli ellerini ikisininde. "eee yeter be sıçtınız içine güzelim halayın". Gösteriverdim tepkimi de, ama havada hala o lavuk duygusallık vardı, sert kelimeler yumuşayıveriyorlardı ağızdan kulağa giderken. Neyse yolladım çocukları evlerine.

Şimdi hangi eşyaları götürsem yanımda diye bakınıyorum. Halılar, bir iki tabak çanak, özel eşyalarım. Profilo'ya bakan duvarı da götürmek istedim ama demirbaşmış, cereyan yapar dediler bir de. (sokak kapısını söktüm ama kimse farketmeden)


Unuttum sanmayın keratalar, fotoğraf çekilirken (fotoğraf evt) ice tea'yi çoktan içip bitirmiştim, yolda geçerken çöpe bıraktım.