26 Ağustos 2008

I sense much fear in you...

Melbournde'deki ilk işimde 3. ayımı doldurmak üzereyken, performans değerlendirmesi toplantısının hemen öncesindeki haftasonunda, kendim ile yaptığım müzakereler sonucunda (bunu şu anda yazıyorum ama hakkaten yazarken bu laf nasıl kullanılır, nasıl yazılır en ufak fikrim yok, neyse, olsa da yazdım olmasa da), işim ile bazı kararlar verdim.

Tabi şimdi bu kendi ile müzakere kısmnı şöyle oluyor, ben Crysis oynuyorum, çok pis koreli dövüyorum, tutuyorum ümüğünü sıkıyorum, kucağına roket, ensesine tokat atıyorum, yeri geliyor uzaylısı ile haşır neşir oluyorum, yeri geliyor insanlığı kurtarıyorum, bu esnada hep kafamda "ya o değil de bu işin bana harbiden bir getirisi var mı, neyse dur iki roket daha atayım" şeklinde sorgulamalar yapıyorum. Bir elim cipste, bir elim kahve de, bir elim mouse'da (evet üç elim var, bana mantık hatalarıyla gelme okur).

Uzun uzun düşündükten sonra (yukarıdaki paragraftan gördünüz ne kadar uzun bir düşünce sürecim var), bu işin bana göre olmadığını farkettim, gerek getirilerinin düşüklüğü, gerek saygınlığı açısından (fazlayım ulan bu şirkete ben).

Geçen hafta patronum ile ikinci catch up toplantım vardı. Amacı temel olarak performans değerlendirmesi. Patron aldı beni çok şık bir cafe'ye götürdü görüşme için. Tabi yol boyunca benim kafamdan, acaba ayrılıcam desem saat kaçta evde olurum geçiyor, ocakta yemek bıraktım da.

Patron çok güzel girdi muhabbete tabi, herkesden duyduğu çok pozitif yorumlardan ve performansımın, adaptasyonumun ne kadar yüksek olduğundan tutup, kendimi şirketin geleceği açısından hangi yönde geliştirmem gerektiğine, 6 ay sonunda planlanan maaş artışını şimdi yapmaya karar verdiklerine (yaptığın da bir şey olsa be, en fazla bir six-pack daha alabilicem ayda onla) götürürken muhabbeti, sanırım benim yüzümde boş bir bakış görmüş olmalı ki, sen ne düşünüyorsun Murat dedi. Bu da tam, sevişme sonrası, ne düşünüyorsun gibi bi soru. Ya bırak ya, bırak uyuycam ben, diyemedim mekan ve zaman tersliğinden dolayı.

"Benim açıkçası kafamda bazı yeni düşünceler oluştu, ve burada çalışmak ile ilgili tereddütlerim var artık."

Bunun üzerine tabi bir dakikalık bir sessizlik oldu. Ben bu süre boyunca patronun suratının değişmesini, bana enteresan duygularla bakışını izledim. Sonuç olarak bana oldukça değerli bazı fikirler sundu (harbiden, sonuçta adamın hayat deneyimi var, neyse). Hayır kahve de bir güzel, bir güzel.

Patron - So Murat, you have to decide on what you really want (sanırım iş ile ilgili).
Ben - One more coffee (olmadı)?

Ama muhabbetin en alıcı noktası ise şuydu (anlam bütünlüğü açısından ingilizce yazıyorum sayın okuyucu):

P- Murat, do you know Star Wars?
B- Well, sure, I am a star wars freak actually...
P- You are very much like, Anakin Skywalker. You are smart, and gifted, you have great abilities, but you are arrogant and you lack patience. First you have to earn the respect to be like Obi Wan.

Bunun üzerine aklımdan geçen tek şey ise şuydu:
"Oha, dark side geliyor".
Benim ister istemez, patronun bana anlamlı ders verme amacının dışında, suratımda aptal bir gülümseme oluştu, ve tüm muhabbet ciddiyetini tamamen kaybederek beni hayal dünyasına sürükledi.

- Ehe, ehehe, ehe, tüm jedi'ları öldürsem mi ki, ehehe, ehe ehe, vznnnnn vzzznnnnnn..

Sonuç olarak ben geçen hafta itibari ile istifamı verdim, yeni ufuklara yelken açmak için, ama gelin görün ki 1.5 hafta oldu ben hala ofisteyim ve iş yapıyorum, istifa etmeyi bile beceremiyorum, en azından kahve beleş.

02 Ağustos 2008

Video Warrior Laserion

80 dönemi kuşağın aslında deli gibi izlediği ama çok bahsi geçmediği için, voltron, thundercats muhabbetleri arasında bir türlü hatırlanıp adı geçmeyen efsane bir çizgi filmdi Lazeryon (nasıl bitiriceğimi bilemedim cümleyi). Bir melbourne akşamında durup dururken bu nereden aklıma geldi hiç bilemiyorum, bilemediğim şeyi de buraya yazmayacağım tabi ki. O zaman bir sonraki paragrafa geçelim.

Bu paragrafı da link vererek geçiştirmeyi uygun gördüm:

Hastasıyız...

Giriş müziği girdiği anda geçmiş yıllar, çocukluk, bilgisayar hayalleri (bu kadar kolpa hayaller içinde gene iyi becermişim bilgisayar mühendisi olmayı) dalga dalga suratına çarpıyor insanın.

Hikayemiz ise (synopsis geliyor), Takashi Katori ve onun amerikalı sarışın arkadaşı Sarah (bu kadar, Sarah, zaten amerikalı sarışın dediğin zaman japon toplumunda bir kişiyi gösterebilirler herhalde, bir de soyadı vermene gerek yok, o zamanda hangi japonun birden fazla sarışın amerikalı arkadaşı olucak) uydu teknolojisi ile bilgisayarlarını birbirlerine bağlayıp yarattıkları sanal ortamda bir oyun dünyası yaratırlar ve burada yarattıkları robot dizaynlarını dövüştürürler. İşler karışır, kahramanlarımızın sinyalleri ordunun sinyalleri ile karışır ve Laserion doğar. Tabi ki hali hazırda dünyayı yok etmeye çalışan bir kötü adamımız vardır ve Takashi Katori laserion'u tek kullanabilen kişi olarak kahramanlığa soyunur.

Özellikle korkutucu olan ise, bu anime'nin 1984 yılında yaratılmış olması. Yani, düşünün adamlar o dönemde internet diyememişler, ama demişler ki, olm bunlar amerika japonya arası neyle bağlansınlar, hadi uydu ile düşün bilgisayarları arası network kurmuş olsunlar, sonra sanal dünya diye bir şey olsun orada robot dizayn etsinler. Olm süper fikir lan, çok futuristik...

Bu japonlar beni benden alıyor sayın okuyucu.