21 Haziran 2007

There is no place like home v.2.0

Sancılı ve uzun süreli ev arayışlarından sonra (burada sancılının içerdiği temel anlam o süreç boyunca kuzey ile yatmak zorunda kalmam, bu yüzden de 3 hafta boyunca nerdeyse hiç uyumamış olmam tabi, bunu maksimum acısız hale getirmek için geceleri arka planda klasik müzik açmak falan bile işe yaramadı), bulduğumuz iki evin de kaderin cilveleri sonucu (cilve milve değil, dallama evsahibi bunun da çevirisi) elimizden kaçmasından sonra, pazartesi günü evimizi bulabildik. Şaka gibi bir şekilde, pazartesi öğlen evimiz yoktu, bizi arayan güzel komisyoncumuzun, sizin bile beğenebiliceğiniz bir ev buldum demesi üzerine akşam 6 da evi görmeye gittik, 5 dakika sonunda tutuyoruz dedik, 1 gün sonra kontratı imzalayıp eşyalarımızı taşıdık.

Suratlarımızda oluşan o melekvari gülücüklerin arkasında yatan gerçek anlam ise, "muhahah ayrı yataklarımız oldu artık, sonundaaaa" haykırışlarıydı.

Gerçekten ev her açıdan içimize sindi. Bir kere dubleks ve ben üst katta kalıyorum. Katilvari bir merdiven var, ve ben her ne kadar üst katta kaldığım için mutlu da olsam, o merdiven rüyalarıma girmeye başladı. Gözümün önünden bir gece eve geldikten sonra, o merdiven ile başıma gelebilecek bütün kanlı sakatlanma ve/veya ölüm şekilleri geçiyor. Şimdi evi anlatmanın ne kadar sıkıcı bir şey olduğunu hissettim bir anda, aman güzel bir ev işte. Buyrun resimler.

"Bloody Fucking Stairs":

Hiç kullanmayacağımız mutfak gereçleri:

Saloon:

Binanın önündeki dört araba da benim:

13 Haziran 2007

The Melancholy of Suzumiya Haruhi


Uzun bir aradan sonra tekrar bir anime yazısı ile tam sağ çarprazınızdayım sayın okurlar. Bugünkü konumuz The Melancholy of Suzumiya Haruhi. Kendisini aslında geçen yaz izlemiş olmamın yanında kendisi hakkında ancak şimdi bir şeyler yazmak aklıma geliyor, çünkü bana Furi Kuri'den beri (evet Furi Kuri hakkındada bir şeyler yazmak istediğimi farkettim) tekrar tekrar izlememe rağmen hem kahkahalarla güldürüp hem de her seferinde ilk kez izlerkenki o aynı melankolik (başlıktan kopya çekmedim be bakmayın öyle) ve iç ısıtan duyguları yaşatan ikinci anime (çok yorucu bir cümle oldu sayın okuyucular şimdi bir süre burda dinlenebiliriz, yolun bundan sonrasına basit cümlelerle devam edeceğiz). Şimdi evde otururken son 1 saattir tekrar ve tekrar soundtrack müziklerini dinlerken bu mod içerisinde kendimi tutamayarak yazmaya başladım.

Öncelikle izlemeye başlarsınız anime içerisindeki ilk bölüm aslında sıfırıncı bölüm. Hikayemiz (bir anda hikayemiz oluverdi sevgili okurlar) bir lisede geçiyor, ve ilk bölüm aslında öğrencilerin festival için hazırladıkları kısa bir fantazi filmi. Bu sebeple bu ilk bölümün ana karakterler dışındaki arka plan ve diğer karakter çizimleri ana bölümlerden farklı, eski bir hava verilmiş. Bu bölüm, amatör çekim, yönetmenlik ve senaryo hataları ile muhteşem dalga geçiyor ve ister istemez (ben istiyorum açıkçası) kahkahalara boğuyor. Serinin en eğlenceli yönlerinden biri bu sıfırıncı bölümdede var, o da ana karakterlerden birisi olan sıradan öğrenci Kyon'un düzenli olarak bir şeyler hakkında narrator edasıyla yorumlar yapması ve bazen kendisini kaybedip inanılmaz komik şeyler söylemesi.

İkinci enteresan nokta ise 13 bölüm boyunca olan olayların düzenli bir sıra ile gitmemesi, yani bir bölümü izlerken hikaye ortada kesildiği zaman devamını sonraki bölümde deği alakasız başka bir bölümde görüyorsunuz, ve bölümler zamanda ardışıl olarak gelmiyorlar, bu da hikayeyi biraz daha eğlenceli hale getiriyor.

Kısaca hikayemiz bir lisede, Suzumiya Haruhi adlı tamamen sıradışı olan ve kendisini sıradan insanlardan soyutlayan zeki, yetenekli güzelimizin okulun ilk gününde sadece uzaylılar, telekinetik güçleri olanlar ve zamanda yolculuk yapanlar ile konuşacağını bildirmesi sonrasında diğer bir öğrenci olan Kyon ile başlayan muhabbetleri ve bu süreçte kurdukları doğa üstü güçleri inceleme tabanlı (kurduklarından daha çok Suzumiya'nın zorla kurdurttuğu, ve aslında suzumiya haruhi hayata eğlence getirme takımı gibi saçma bir ismi var tabi) klüpleri sırasında başlarından geçenleri anlatıyor.

Tabi bir çok komik olaylar oluyor, ama kahkahalar attıran bu olaylar sırasında zaman zaman size verilen görüntüler, müzikler, Kyon'un bazı şeyleri irdelemeye başlaması ve yaptığı yorumlar ile size muhteşem bir hikaye sunuluyor. Sevgi pıtırcığı olmanın bir anlamı olmasada hikaye içerisinde kadın gözünden erkeğin ve erkek gözünden kadının aşık olunan kişi kavramlarına dönüşmeside çok güzel aktarılıyor. Bazı bölümlerde ise karakterlerin geçmişleri incelenirken ve yapılan bazı hareketler sorgulanırken basılan melankoli sizi alıp bir anda yerde süründürebiliyor. Yani demek istediğim, son bölümünüde izleyip bitirdiğiniz zaman, arkanıza yaslanıp suratınızda bir gülümsemeyle, "vay be" dedirten, damakta tad bırakan ve hemen tekrar izleme isteği uyandıran bir anime.

Şimdi en az benim hatırladığım suzumiya haruhi'yi, kendim bir kere izledim, Burcu ile bir kere izledim, avşar ile yarı yarıya bir kere izledim, Batu ile başlayıp sonra Batu ve Burcu ile (evt burcu populasyonu çakışmalar yapmaya başladı) bir kere izledim. Sonra oturup tekrar kendim izledim, allahım lanet olsun bu kadar çok vaktim mi vardı benim be. Şimdi tekrar oturup izliycem.

Suzumiya Haruhi'yi bu kadar sevmeme sebep olan unsurlardan birisi ise tabi ki müzikleri. Çünkü sadece anime sırasında olan olaylarda arkada çalan şarkılar olmaktan öte, bir bölümünde en iyi iki şarkının, ana karakterler tarafında okul festivalinde çalınışıda gösteriliyor. Müziklerin muhteşem olması, söyleyenin Suzumiya olmasının yanında (gerçektende seslendiren kişi söylüyor şarkıları ve çıkarttığı single ilk günden tükeniyor, bkz. şehir efsaneleri) gördüğüm en gerçekçi enstrüman çalma animasyonları yer alıyor bu bölümde.

Öncelikle God Knows adlı şarkı geliyor. Suzumiya'nın bunny kostümüne hasta olmamak eldemi ey okuyucu (lar).


Hemen ardından Lost my Music adlı aşmış şarkının (ki hemen yanda müzik kutusunda tam versiyonu var okuyucu çekinme dinle, sizin için koyduk oraya) ufak bir kısmı geliyor.


Bonus olarakta fazla yetenekli ve hırslı bir abimizin, Lost My Music adlı şarkının tüm notalarını çıkartıp hem elektro gitar hemde bass gitar bölümlerini çaldığı bir video geliyor.


I lost I lost I lost you!
You’re making making my music!
I lost I lost I lost you!
Mou aenai no? No!

11 Haziran 2007

Praha 101

Buraya taşınalı tam 10 gün oldu ey blog. Şimdi ne yazsam nereden başlasam diye de düşünüyorum ama her şeyi anlatıcam diye hırs yapmamak lazım. Hayatta hırs kişisel gelişime katkı yapıyor olmasının yanında, hayattan zevk alma ve ergenliğe ulaşmanında önünde büyük bir engeldir. Bunun bir iki kıçı kırık anı anlatmak ile ilişkisini şu anda kurmaya çalışmanında bir lüzumu yok sevgili okur, rasyonel bir insan olamadım bir türlü, beni hep bu anime'ler yaktı.

Şimdi geleli ben neleri farkettim, birincisi burada süper pub rush yapılıyor. Güzel bir iki caddesini bulduğun zaman, başlıyorsun caddeden yürümeye, her sokak girişinde bir pub var zaten. Oturup bir bira içiyorsun paşa paşa, muhabbet falan filan, sonra kalkıp bir sonraki sokak girişindekinde bir bira daha içiyorsun böyle böyle süper güzellikte publara gire çıka bir geceyi bitirebiliyor insan sıkılmadan.

Önceki paragrafta birincisi dediğim için şimdi ikincisi demem gerekiyor sanırım ama ben daha ikincinin ne olduğuna karar veremedim. İkincisi (ahaha buldum, neyse...) burada insanlar çok kötü giyiniyorlar, yani tamam hiç bir yerde herkes muhteşem giyinmek durumunda ya da zorunda değil ama burada gerçekten kötü kesimin boyutu yüksek.

Üçünsü (evet yürüyorum şu anda liste modunda, durucak gibi değilim) şimdiye kadar girip çıktığım club'larda çalan müzikler dehşet kötü. Yani bazıları için güzeldir mutlaka o kadar dolu olduklarına göre ama benim alıştığım taksimdeki zıp zıp mekan müziklerinden çok uzak, neyse buralarda da alkolün ucuzluğu durumu kurtarıyor (evet kızların güzelliğide var tabi).

Şehrin içerisinde dolaşmak mimari güzellik dolayısı ile çok eğlenceli, her sokak dönüşünde muhteşem binalar gördükçe insanın keyfi yerine geliyor. Bu aralar yeni eve çıkma uğraşlarımız sürmekte, umarım halledebilir de yeni eve çıkarsak çevresini ve kendisini buraya Praha 101 - a nonprofessional introduction to prague dersimizde video eşliğinde aktarıcam.



Burada o köprünün altından çok sular geçti adlı çalışmayı görebilirsiniz. Bu resmi şimdi bu yazıya niye koydum en ufak fikrim yok ama neyse işte resim, bakmadan geçmeyin.

Geçen hafta pazartesi işe başladım. Ofis şehrin tam merkezinde ve olabilecek en güzel yerinde. Tarihi bir binanın 5 katını almış durumdalar. Şimdilik türk güruh haricinde fazla insanla geyik moduna girmedim, ama özellikle ofis içerisinde bulunan bilardo ve pin pon masaları beni çalışma aşkıyla yanıp tutuşturuyor. Ofisten çıkasım gelmiyor, bıraksalar 10 saat pin pon oynayabilirim, allahtan kimse bırakmaya niyetli gibi değil, yani kimsenin gelip de iş yapsana demesi durumu yok, ama genelde pin pon masasının başında sıra oluyor, yakın gelecekte stratejik adımlarla rakipleri egale etmek için yeni yöntemler bulmam lazım, ya da her geleni bıçaklayadabilirim, artık duruma göre. Ha onun dışında evet, belki bir ara gerçekten iş de yapmaya başlayabilirim, bilemiyorum.

Bu haftasonu Letna parkına gittik ve rollerblade kiraladık. Şimdi ben bir dönem baya buz pateni kaymıştım, vücut bu genlerine işliyor, tekrardan alışması çok kolay bir kere öğrendikten sonra, gibi laflar söyleyenleri itina ile dövebilirim mesela, varsa aranızda söylemek isteyen bana özel mesaj atabilir. Yani nasıl efsane düşüşler yaptığımı ben biliyorum, her şekilde Kuzey benden daha başarılıydı düşme konusunda, ama gerçekten korkutucu bir şey, ayakta dururken aslında bulunduğunuz duruyor olma gerçekliğinin aslında bir hayal ürünü olduğu ve her an yere paralel duruma geçebileceğinizi hatta ve hatta daha da korkuncu yere paralel bile olmayıp yere saçma açılar ile duruyo olup sonra yeri öpmeye çalışabileceğiniz bilmek gerçekten çok korkutucu. İki kere enteresan açılar ile yeri öptükten sonra ufaktan alışmaya başladım aslında. Tabi ki kaymaya değil, yeri öpmeye. Ayrıca buradan ben acemi bir şekilde kayarken yanımdan vız vız şeklinde geçen 5 yaş grubu veletlere, onlardan ne kadar nefret ettiğimide bildirmek istiyorum. Hemen aşağıda benim o kadar düşüp kalkmadan sonra nefesimi toplamaya çalışırkenki, adamım bak aslında ben süper profesyonel ve çılgın bir patenciyim, duruşumun olduğu fotoyu görebilirsiniz. (duruş değil aslında, duramıyorum o yüzden oturmuşum)

Evet manzarada fena değil hani. (Tıkla çocuğum resme büyük haliyle bak)

Prag'daki yemekler, güncel sanat akımları, toplumun politik görüşleri ve katılımcı psikolojileri, ekonomik seviyelerin dağılımı, neden bu kadar çok deli, fakir ve sakat olduğuna dair görüşlerimin, pie chart'lar ve referanslar ile anlatımı için burayı takip etmeniz yeterli. Power point ve ders notlarını sayfama koyucağımı sanmayın, başkalarının notlarından çalıştığınızı duyarsamda hiç affetmem.

08 Haziran 2007

Öksüz blog

Ey blog, çok salladım gene seni. Ama tam bir haftadır tekrar çalışmaya başladım gevur ellerinde (tabi şimdi burada çalışıyorum konseptine bir haftadır dahil olanlar, müzik dinlemek, etrafta dolaşmak, ofisin en üst katında bilardo ve pinpon oynamak gibi gibi). O yüzden bu yoğun stresli iş ortamında yazmaya hiç fırsatım olmadı. Ama çok yakında yoğun ilgim altında sıkılıcaksın, valla söz veriyorum, aha buraya yazdım, buraya tam, evet evet oraya, lam oraya değil yanına biraz...

03 Haziran 2007

Ofis Projesi

Ben buna bir şey diyemiyorum, böyle bir ofiste çalışıyor olmayı isterdim, izleyin, eğlenin, özellikle arada bira şişesini fondipleyen birisi var sempati duydum.